Dünya’nın Ana Tanrıçası

Yıllar önce “Dünya’nın dibi” Lut gölüne girerken, bir gün de “Dünya’nın çatısı”nı görebileceğimi hayal bile etmemiştim. Kimilerinin “Dünya’nın ana tanrıçası”, kimilerinin “Gökyüzünün alnı” da dediği Himalaya Sıradağları’nın en yüksek tepesi “Everest”i görmek yaşamımdaki deneyimlerin baş sıralarına yerleşti.

Sabah gün doğmadan uyandık. Hızlıca giyinip, otelin bahçesinde bekleyen aracımıza binerek yola çıktık. Havaalanına geldiğimizde uçağımız hazırdı. Havaalanı gibi uçaklar da öyle küçüktü ki; “Everest’i görebilecek yüksekliğe bu uçaklar ile ulaşabilir miyiz?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Eğilerek yürüdüğümüz uçağın içinde bir yanda ikili, diğer yanda da tekli koltuklar vardı. Havalandığımızda artık hava iyice aydınlanmıştı.

Himalayaların zirvelerini seyrederek yaptığımız uçuşun en heyecanlı kısmı Everest’e yaklaştığımız andı. Elimizi uzatsak dokunabilecek kadar yakından uçarken bir anda Tanrıça edasıyla karşımıza çıkıverdiğinde uçağa binerken yaşadığım endişeden eser kalmamıştı. Bembeyaz bulutların arasından yükselirken dünyanın en yüksek noktası olarak ünlenmiş olmasına karşın o kadar mütevazi, sessiz ve bir o kadar da yalnız olduğu duygusunu uyandırdı.

Sanki bizi görünce sevinmiş, hoşgeldiniz dercesine ışığını yayıyordu. O kadar muhteşemdi ki gözlerimizi alamıyorduk. Gözümüz arkada uçuşumuza devam ederken uçak dönüşünü yaptı ve bu kez uçağın diğer penceresinden ona bakarken beğenildiğini anlamış olacak ki kendini biraz daha beğendirmek için ışığını bize bir kez daha gösterdi.

İnişten sonra görevliler uçuş sertifiklarımızı dağıttılar ve biz de bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraflarımızı çekip, kahvaltıdan sonra yola çıktık.

Sağımızda Trisuli nehri olmak üzere, yeşilin her tonunun bahşedildiği doğa harikası virajlı yolların kenarlarında kurulu büyüklü küçüklü köylerin arasından dere tepe demeden, sallana sarsıla, hoplaya zıplaya yüzelli km’lik yolu dörtbuçuk saatte giderek Chitwan Milli Parkı’na ulaştık.

National Geographic’de pek çok kez izlediğim dünya cennetindeydik. Nehrin kenarındaki otelimiz River Side rengarenk çiçekli, yemyeşil bir bahçenin içinde kurulmuş, muz ağaçları, arokaryaları, kuru otlardan yapılmış çardakları, çardakların altındaki tahta masa ve sandalyeleri, nehrin kenarındaki şezlongları ile o kadar rahatlatıcıydı ki burada kalacağımız birkaç günün sonunda ayrılmak istemeyeceğim, hatta şu an yazarken bile orada olmayı arzulayacağım kadar huzurluydu.

Odamız hemen bahçenin içinde olduğu için bavullarımızı bırakır bırakmaz nehir kenarını keşfetmek için yürüyüşe çıktık. Güneş gizemli bir şekilde nehrin içine batarken, şezlonglarda oturan insanlar bu muhteşem görüntüyü seyrediyor, o arada gezintisini tamamlayıp, dönen kanolar kıyıya yanaşıyordu. Biz de o ana tanıklık ettik.

Yürüyüş sonrası açık büfe servisten yemeklerimizi alarak, terasta bizim için hazırlanmış masalara geçtik ve keyifle yemeğimizi yedik. Daha sonra Milli Park alanı içinde kalan köylerde yaşayan Taru kabilesinin yerel danslarını izlemek üzere bahçedeki yerlerimizi aldık ve beklemeye başladık.

Ritmik müzik eşliğinde, bembeyaz giysiler içindeki erkek dansçılar başlarına ve bellerine kırmızı bant ve kuşaklar takmış, ellerinde sopalar ile savaş danslarını yaptıktan sonra, renkli giysili iki dansçının dansları, daha sonra da ateş dansı yapan dansçının ardından sıra tabi ki bize geldi. Taru dansçıları ile yaptığımız kabile dansı ömrüm boyunca hayalini kurduğum bir şeydi. Bir meditasyon, bir ruhsal temizlik hissi uyandıran o anı şu an bile hatırlarken aynı hisleri yaşıyorum.

Dansların bitiminden sonra bahçedeki sohbet sonrası yorucu ama bir o kadar da keyifli geçen günün ardından yatağıma ulaştığımda ertesi günün hayali ile uykuya daldım.

Sabah kuş sesleri eşliğinde uyanır uyanmaz giyinip, güzel bir kahvaltının ardından macera dolu bir güne başlamak üzere yola çıktık.

İlk durağımız heyacanla beklediğimiz fil safarinin yapılacağı alandı. Sıra ile dörder kişi fillerin üzerine yerleştirilmiş tahtırevanlara bindik. Giriş kapısından girdikten sonra nehirden geçerken kano ile gezenlere el sallayarak, uçuz bucaksız yeşilliğe doğru yola çıktık. Nehrin yakınlarında pek çok değişik tür kuş ve tavus kuşları dikkatimizi çekti. Ormana girerken biraz korksam da içeri doğru ilerlerken korkunun ne kadar yersiz olduğunu anladım. O an tamamen doğa ile başbaşa idik. Önce heyecanla yüksek sesli konuşurken birden sustuk ve sesleri dinlemeye başladık.

Sanki doğadaki bütün renkler sözleşip buluşmuşlar, cümbüş yapıyorlardı. Sarıdan kırmızı ve mora, kahverengiden yeşil ve maviye hepsi bir olmuş, yeşil çalıyor, sarı oynuyordu. Kuş cıvıltısı, yaprak hışırtısı ile ağaç çıtırtısına bir de filin nağmeleri eklenince senfoni tamamlandı. Ağaçların yanından geçerken kolumuza değen dallar adeta bize sarılıyor, bizi kutsuyor, sırtımızı sıvalayıp hoşgeldiniz diyorlardı. Her şey mükemmel, doğa denge içindeydi.

Biz bu güzelliklerle bir olmuş halde yolumuza devam ederken, arkamızdan gelen arkadaşlarımızın bindiği filin sesi ile irkilip, döndüğümüzde bir de ne görelim. Fil geri dönüyor. Yürümek istemiyor. Sahibi yürüsün diye vuruyor. Fil ağlıyor. O ağladıkça Çiğdem ağlıyor, Sinan “korksak mı acaba” deyip durumun ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Tabi biz de bu durumda yolumuza devam etmedik. Fil sakinleşene kadar oyalandık. Bir süre sonra ne olduysa oldu, yürümeye başladı ve hep birlikte başlangıç noktasına döndük.

Son andaki sıkıntıya rağmen keyfimiz kaçmadı. Herkes geldikten sonra aracımıza binip, filler ile nehirde banyo yapmak için randevumuz olduğundan, otelimize döndük. Mayolarımızı giyip nehrin kenarına geldiğimizde Melih bizi fillerin yanına aldı. Sıra ile nehrin içindeki file bindik. Üç kişi bindikten sonra filin arka kısmında ayakta duran görevli “çapata çapata” dedikçe fil hortumuna aldığı suyu üstümüze boca ediyor ve bu hareketi arka arkaya tekrar ediyordu. Filden sırılsıklam ıslanmış bir şekilde indiğimizde herkes birbirine bakıp gülmeye başladı.

Odalarımıza gidip üstümüzü değiştirdikten sonra bir başka maceraya yelken açmadan önce yemeğimizi yedik ve Melih’in bize tembih ettiği şekilde uzun kollu giysilerimizi giyerek yola çıktık.

Aracımız bizi nehrin kenarında bıraktığında tek bir ağaçtan oyularak yapılmış kanolar sıra ile dizilmiş bekliyorlardı. Kanolara onar kişi binip, nehir boyunca ilerlerken mümkün olduğunca sessiz olmamızın nedeni nehrin iki yanında uyku halinde olan timsahları uyandırmamaktı. Uyanıp suya atlamalarının bizim için tam bir felaket olması an meselesi iken korkusuz bir şekilde doğanın kalbine doğru ilerlemeye devam ettik. O da o kadar misafirperverdi ki bizi benimsemesi çok uzun sürmedi, bir anda onun parçası oluverdik.

Asırlık ağaçların nehre uzanmış kökleri bizi selamlarken, yaprakları yeşilin her tonunda ve bir yaprağın olabileceği her şekildeki hali ile bizi serinletti. İşte o an sanki zaman durdu. Aklımda hiç bir düşünce kalmadı. Nehirde sessizce süzülürken şu an ne kadar sürdüğünü tam anımsayamadığım yolculuğumuz o kadar rahatlatıcı ve huzurluydu ki şu an bile aynı huzuru hissedebiliyorum.

Kano ile yolcuğumuzun bittiği noktada ormanın derinliklerine bizi götürecek rehberimiz ile buluştuk. Bataklığın kenarında tek sıra halinde ilerlerken, nilüfer çiçekleri bize eşlik ediyor, karıncaların toprakları taşıyarak adeta apartman oluşturdukları yuvaları, sarmaş dolaş olmuş ağaç dalları, yaprakların üzerinde güneşlenen tırtılları ile orman bir adeta bizi içine çekiyor, kendi içimize doğru bir yolculuğun ortamını hazırlıyordu.

Siz hiç fillerin resim yaptığını gördünüz mü? Chitwan’daki fil yetiştirme merkezindekiler filler resim bile yapıyorlarmış. Biz bunu göremedik ama annesinin yanındaki gülen yüzlü canı sıkılmış bebek filin oyun oynamak istercesine hoplayıp, zıplamasına şahit olduk. Burada biraz vakit geçirdikten sonra nehirdeki köprüden geçerek, bekleyen ciplere bindik ve Taru kabilesinin yaşadığı köye gittik. Kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan köylülerin hepsi güler yüzlüydü.

Köye girer girmez çocuklar etrafımızı sarıverdi. Yanımızda getirdiğimiz hediyeleri dağıtırken birbirleri ile adeta yarıştılar. Yaşamları o kadar basit olmasına rağmen son derece mutlu insanların yaşadığı bu köyde öyle bir enerji vardı ki hepimiz çok etkilendik. Daha kalmak istesek te hava kararmaya başlayınca zorunlu olarak ayrıldık. Otelimize döner dönmez yemeğimizi yiyip, buradaki son gecemizde bahçede yanacak ateşin başına toplandık. Ateş başı sohbetleri oldukça koyuydu. Chitwan’a veda edeceğimiz ertesi sabah kahvaltının ardından nehir kenarındaki şezlonglarda bir kez daha oturup, nehri seyredebilmek için acele ettim ve buranın enerjisini bir kez daha içime çektim ve şükrettim.

Yine zorlu bir dört saatlik yolculuğun sonrasında bir yanda “Hasat Tanrıçası” denen Annapurnalar’ın Machhapuchhare zirvesi, diğer yanda zirvelerin aynası olmuş Phewa Gölü’nün “anlatılmaz yaşanır” dedirten görüntüsü ile şirin bir vadi yerleşimi olan Pokhara’ya vardık.

Şehrin etrafında kısa bir tur atarak ulaştığımız otelimiz River Park’a eşyalarımızı bırakır bırakmaz keşif gezimizi yaptık ve göl kenarındaki Bumerang Cafe’de güneşin batışını izlemek üzere bizi bekleyen Melih ve Füsun’un yanına gittik. Şezlonglara kurulup beklemeye başladığımız anda ne geçmiş kaldı, ne de gelecek. Cennete mi gelmiştik acaba? Ben böyle bir gün batımını daha önce hiç görmedim diyebilirim. Büyülenmiş bir şekilde gün batımında zirvelerin görüntüsünü izlerken güneş batmıyor, sanki göl ile kavuşuyordu. Bu kavuşma anında göl kenarında bir adam yılan oynatıyor, rengarenk sandallardaki insanların kimisi birasını yudumluyor, kimisi sevdiğine sarılmış, anın güzelliğini içine çekiyordu. Bir an gözlerimi kapadım. Açtığımda hava kararmış,ancak benim içim aydınlanmıştı.

Akşam yemeğimiz göl kenarında Chilly Bar’da güzel bir kırmızı şarap eşliğinde balıktı. Balığın her çeşidinin bol ve lezzetli olduğu bir şehirden gelen biri olmama rağmen sebzeler eşliğinde sunulmuş balığı çok lezzetli buldum. Yemek sonrası şehirde biraz dolaştıktan sonra ertesi sabah erken kalkacağımız için otele erken döndük.

Sabah gün doğmadan kalktık ve yola koyulduk. Himalaya insanları için kutsal sayılmasından dolayı şimdiye kadar hiç tırmanılmamış olan en görkemli zirve Machhapuchhare’yi en yakından görebileceğimiz, Budist tapınağı Dünya Barış Pagoda’sının da yer aldığı tepeye çıktık ve beklemeye başladık. Güneşin ilk ışıkları görünmeye başladığında zirvelerin üzerinde önce bir nokta halinde oluşan kızıl rengin bir anda zirvelerin üstünde yayıldığı an o kadar büyüleyiciydi ki bu görüntüyü zihnime yerleştirebilmek için fotoğraf çekmenin yanısıra bir süre bir köşeye çekilip, sessizce izledim. Tam anlamıyla bir meditasyon anıydı diyebilirim.

Oldukça dik tepeden yürüyerek göl kenarına inerken eşlik eden ışık huzmesi adeta bizi koruyor, ayağımız bile takılmadan aşağıya inmemizi sağlıyordu. Son anda bir ses ile dikkatim dağılmasaydı hiç düşmeden yolun sonuna ulaştım diyebilmeyi çok isterdim. Bir anda kendimi yerde buldum. Ancak hızlaca toparlanıp yola devam ettim. Göl kenarında bekleyen sandallara binip, gölün ortasındaki adada Tanrı Vişnu’ya adanmış Barahi Mandir adlı Hindu Tapınağını da ziyaret ettikten sonra, süzüle süzüle kıyıya yanaştık.

O gün ziyaret edeceğimiz bir diğer yer Devi şelalesi idi. “Efsaneye göre burası küçük bir su birikintisi iken Devi adında İsviçreli bir çift burada yüzüyorlarmış. Tam o esnada deprem olmuş. Yer yarılmış ve yüzenler ne yazık ki kayaların arasında kaybolmuşlar. Sular da yarılan yerin içine doğru akmaya başlamış.”

Buradan sonraki durağımız ise Uluslararası Dağcılık Müzesi oldu. Anapurnalardaki yol üstündeki küçük köylerdeki yaşamları anlatan bir belgesel izledikten sonra dağlardaki her tür yaşam malzemesinin sergilendiği müzeyi gezdik ve bizi bekleyen aracımız ile merkeze dönüş yaptık.

Pokhara’daki ünlü dövme ustası Hari’yi ziyaret etmeden dönmek olmazdı. Bir gün önceden de randevumuzu almıştık. Bir kaç saatlik bir çalışma sonrası Buda’nın gözleri artık Rozi’nin sırtındaydı.

Akşam yemeğimizi nehir kenarındaki Bumerang’ta yedik ve otelimize döndük. Ertesi sabah yolculuğumuzun en heyacanlı gününe gözlerimizi açmıştık. Kararımızı vermiş olmamıza rağmen yamaç paraşütü yapmak üzere çıkacağımız Sarangot tepesine bizi götürecek araç gelene kadar vazgeçebilirdik. Bozuk yollardan hoplaya zıplaya çıkarken korkudan bembeyaz olmuş suratlarımızla birbirimize bakarken bir yandan da halimize gülüyorduk.

Yolun belli bir kısmından sonra vazgeçmemiz imkansız hale gelmişti. Artık aşağıya inmenin paraşüt ile atlamaktan başka çaresi yoktu. Yukarı vardığımızda pilotlarımız bizi giydirdi. Kasklarımızı taktı. Hazırlıklar biter bitmez yamaçta koşmaya başladık ve kendimizi boşluğa bırakıverdik. Artık bir kuş gibi uçuyordum. Phewa gölü ayaklarımın altındayken o kadar özgürdüm ve o kadar hafiflemiştim ki… Bu dünyada mıydım yoksa başka bir boyuta mı geçmiştim ayırt etmem imkansızdı. Taki göl kenarındaki bir düzlükte ayaklarım yere basana kadar.

Gölün etrafında bisiklet ile gezinmek Pokhara’dan yapmadan dönülmeyecek bir şey. Otelin yakınlarındaki bisikletçiden bisikletlerimizi kiralayarak, trafiğin tersten aktığı bozuk yollarda pedal çevirirken çocukluğumdan bu yana bu kadar uzun bisiklete binmediğimin farkındaydım. Bir saat süren bisiklet turumuz sonrasında akşam yemeğimizi yiyeceğimiz yere geldik. Bu gece de muhteşem bir Nepal ziyafeti bizleri bekliyordu. Ardından dans grubunun gösterisine eşlik etmek için sabırsızlıkla bekledik.

Yemek sonrası Pokhara’nın gece hayatının önemli bir mekanı olan Buzzy Bee’de Pokhara’daki son Everest biralarımızı yudumlarken güzel müzikler de bize eşlik ediyordu.

Karayolu ile geldiğimiz Pokhara’dan yine o küçücük uçaklar ile dönerken yüreklerimiz ağzımıza gelse de yol çabucak bitiverdi. Öğle saatlerinde Katmandu’daydık. Otele yerleştikten sonra Katmandu sokakları bizi bekliyordu. Akşam yemeğine kadar kah İlly Cafe’de kahve içtik, kah alışveriş yaptık, en sonunda otelimizin yanındaki teras cafede Nepal çaylarımızı içerken artık evimizi de çok özlediğimizin farkındaydık.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası dönüş yolculuğumuz başladı. Katmandu’dan Sarjhah’a uçacak, orada dört saat kadar bekledikten sonra İstanbul’a giden uçağımıza binecektik. Melih, Füsun ve Roni’den Katmandu’da ayrılıp yola çıktığımızda buradan ayrılıyor olmanın hüznü ile evlerimize dönüyor olmanın sevinci, dünya üzerinde yaşadığımız hayattan bambaşka formlarla ile tanışmış olmanın mutluluk ve heyecanı birbirine karışmıştı.

Bu karışık duygulara rağmen yeni yolculuklarda tekrar bir araya gelme dileklerim ile herkese bir kez daha “Namaste” diyorum…