İzmir’in Cennetisin Sen…

Mehtapla denizin öpüşünce
Geceyi süslerler gizlice
Meltemler eserler sevinçle
Gecenin cennetisin sen Urlam

Dağların çiçeklerle örtülü
Şalvarını giymiş kızlar gibi
Sende doğar büyür sevgiler
Ege’nin cennetisin sen Urlam

Altın sarısıdır üzümlerin
Yeşil gözler gibi zeytinlerin
Doğanın tacıdır tütünlerin
İzmir’in cennetisin sen Urlam

Melek yüzlü gülen insanlar
Sevgisiyle sana koşarlar
Balıkçılar ağlarını atarlar
Denizin cennetisin sen Urlam

Bu dizeler her şeyi anlatıyor. Ancak “Benim de söyleyecek bir iki sözüm var” derken annemin anlattıkları geliyor aklıma…
Çocukluğu, tapu muhafızı olan dedemin çok sık tayin olması nedeniyle günümüzün gözde tatil yerlerinden Bodrum, Datça, Foça ve Urla’da geçtiğinden, annem bu ilçelere her gidişimizde oturdukları evi bulmak isterdi. Bulurdu da… Bodrum’da beş yaşındayken oturdukları evi bile buldu. Elbette, Urla’daki evi de! Şansına hiç biri yıkılmamıştı. “Hacı Kavcılar’ın eviydi. Postane sokağındaydı. Meyve ağaçları ile bezeli çok büyük bir bahçesi vardı. Kardeşlerimle doyasıya oynardık. Teyzemler arka sokağımızda, yanımızdaki evde filancalar otururdu. Necati Cumalı’nın kız kardeşi arkadaşımdı. Evlerine sık sık giderdim” derken gözlerinin içi parlardı.

Anlattıkları belleğime o kadar yerleşmiş ki, Urla’ya her gidişimde annem ve ailesinden izler ararım. Dedemin de bizimle olduğu bir gün, meydandaki çay bahçesinde otururken söylenmesini ise unutmuyorum. Oturdukları dönemde ilçenin önemli memurlarından olduğu için tapu dairesinden çıkıp, evlerine doğru yürürken, adım başı birileri ile selamlaşıp, sohbet ettiği günleri anımsayıp, kimse tarafından tanınmamasına çok içerlemiş, dönene kadar suratını asmıştı. Nur içinde yatsın güzel dedeciğim…

Urla ile bağlantım sadece ailemin anne yanı ile ilişkili değil. Babaannemin en yakın arkadaşı Suzan Teyzelerin mendireğin hemen önünde, şu aralar yenilenen Batis’in kahvesinin yanındaki o heybetli Rum evine gidişlerimiz ise belleğimdeki başka bir görüntü. Denize sıfır evin önündeki geniş verandada babaannemler çay içerlerken su içme bahanesi ile içeri girip, yüksek tavanlı evde gezindiğimi ise hiç unutmam. Çocuk gözümle daha da büyük görünen ev hala aklımda. Geniş tahta merdivenleri, salon büyüklüğündeki odaları ile sanki bir saray, antika eşyalar, tablolar, süslemeler, yüksek giyotin pencereleri ile adeta masal bir evdi.

Ablam ile eniştem tanışana kadar uzun bir zaman Urla ile bağlantımız olmadı. Ailelerin tanışma gününde Urla ile yeniden buluşuverdik. Eniştemin babası hakim Hüseyin Amca’nın Urla’ya tayini ile başlayan sohbet, eniştemin yıllar önce annemlerin oturdukları evde doğduğunun ortaya çıkmasıyla iyice koyulaşıyor, Saide Hanım Teyze ile annem kırk yıllık dostmuş gibi sohbete dalıyorlar. Urla’yı, özellikle İskele’yi o kadar çok seviyorlar ki yılın altı ayını ada yolunun karşısındaki evlerinde geçiriyorlar. Tabii bu arada biz de onlara sık sık gitmeye başlıyoruz.

İskele’de kaldığımız günlerin sabahında balık almak üzere erkenden ablam ve eniştem ile kantoya gidip, taptaze balıkların açık artırma usulü satışını izlemek bile çok büyük keyif. Çipura, karagöz, barbun, istavrit, sardalya, ahtapot ve daha neler neler. Eğer acele etmezseniz mermerin üstünde sergilenen bu çok çeşitli balık ve deniz ürününün satışının bir anda gerçekleşmesi sonucu eliniz boş olarak eve dönmek zorunda bile kalabilirsiniz. Çocukluğundan beri büyük keyifle gittiği kantodan balık alamadan asla dönmemiş eniştem sayesinde bizim başımıza böyle bir şey hiç gelmedi elbette…

Arkadaşım Nilüfer’in beş yıl önce Urla’ya yerleşmesi ile bu şirin ilçeye sevdam bir kat daha arttı. O zamanlar Kıvılcım da henüz Bodrum’a taşınmamıştı. Liman’da, tüm aile bireylerinin çalıştığı Gözde Balık Lokantası’nda güzel sohbetler eşliğinde yediğimiz mezelerin ve balıkların tadını bir daha hiçbir yerde bulamadım…

Birbirinden güzel üç koy ve on iki adası olan Urla’da o kadar çok renk var ki… Hangi birini anlatsam bilemiyorum… İyisi mi, biraz da geçmişte olanlardan söz edeyim…

Tarihteki adı Klazomenai olan İzmir’in bu şirin ilçesi, aslında İsa’dan önce gerçekleşen göçler sonucunda oluşan on iki İon devletinden biri. “Karye pazarı” da denen Urla’nın kuruluşundan bu yana pazar yeri olmasının nedeni dönemin ticaret merkezi olan Erythrai’ye giden yol üzerinde olması ve antik dönemde deniz ticaretinin yapıldığı önemli bir liman olması. Bu gün de hem Urla’nın içindeki hem de iskeledeki pazarlar çeşit çeşit otları, taptaze meyve ve sebzeleri, mevsim çiçekleri ile öyle bir renk cümbüşü oluşturur ki, bakmadan yanından geçemezsiniz.

Urla’nın adı ile ilgili farkı görüşler var. Bunlardan biri Rumca bataklık anlamına gelen “Vurla” kelimesinden, bir diğeri Osmanlı Padişahı Sultan Mehmet Çelebi’nin komutanlarından İbrahim Bey’in sefere çıkarken kendisine “Uğur ola” denmesinden geldiği. Şehrin Kıdafe Kralı’nın kızı Ulice tarafından kurulması nedeniyle Urli adının verildiği, zamanla Urla dendiği de bir başka görüş.

Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?

İsmi Urla ile özdeşleşmiş olan edebiyatımızın ünlü isimlerinden Necati Cumalı, Yunanistan’ın Florina şehrinde doğmuş. Ailesinin,Türkiye’ye göç ederek, Urla’ya yerleşmesi ile uzun yıllar burada yaşamış.

Ev diye neyim varsa çekip aldılar elimden.
Zaman çığrından çıkmış bir zamandı
Savaşlar, yıkımlar, sürgün…

Yunanlı şair Yorgo Seferis ise İzmir’de doğmuş, 1914 yılına kadar Urla’da yaşayıp Atina’ya göç etmiş.

Günümüzde ikisinin de Urla’da yaşadıkları evleri ayakta duruyor. Cumalı’nın evi anı ve kültür evi, Seferis’in evi ise butik otel ve restoran olarak ziyaret edilebiliyor.

Tanju Okan… Urla ile anılan efsane bir isim… Onun da adı şimdi çok sevdiği denizinin kenarındaki bir parkta yaşıyor. Çarşıda, sokakta, kapı önlerinde yaptığı hoş sohbetlerde etrafını saran ilçe halkı ile öyle bir bütünleşmiş ki herkes onu gerçekten oralı zanneder olmuş. Hatta fahri hemşerileri ilan etmişler…

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Bu çarşının ortasında bir üzüm asması var ki, iki adam ancak kucaklayabilir. Dalları bütün çarşıyı kaplamıştır. Yüzlerce salkım üzüm, yol üzerinde sarkar. Her bağ sahibi, bu asmaya yeni bir aşı yaparak, üzerinde çeşit çeşit üzüm oluşturmuştur.” diye söz ettiği gibi burada bağcılığın önemi çok büyükmüş. Ancak bakımı zor olan üzüm bağlarının yerini mübadele sonrası önce zeytin sonra da tütün tarlaları almış. Şehir çok önemli bir zeytinyağı üreticisi olmuş. Dünyada bilinen en eski zeytinyağı işliği ile zeytin yağından sabun üreten imalathaneler kurulmuş.

Seramikçilik ve demir işçiliği ise buranın en önemli sanatlarından olmuş.

Asya seferi sırasında Büyük İskender’in bile yolu buralardan geçmiş. Hatta Karantina adasını karaya bağlamak için bir yol yaptırmış. Bu gün hala tarihte bir süre Karantina merkezi, kemik hastanesi, şu an ise Devlet hastanesi bulunan ada yolunda ilerlerken eskisini de takip edebiliyorsunuz.

Yemeklerine gelince… İskele’de yanında ayran ile katmer mi yemek istersiniz? Yoksa ahtapot güveç, kalamar, çimçim mi? Ya da Urla’nın içine gidip, enginar dolmasından, kabak çiçeği dolmasına, arapsaçından, şevketi bostana kadar aklınıza gelebilecek pek çok lezzeti bir arada bulabileceğiniz Beğendik Abi’de mi yersiniz? Üstüne ise sütlü kadayıf nasıl gider? Oradan da çıkıp Arasta’da kahvenizi içtikten sonra daracık sokakların birleştiği küçücük meydanlardaki güzelim eski evlerin, çeşmelerin, camilerin arasından geçerken kulağınıza belki de bir şiir, bir şarkı, bir hoş seda geliverir… Kim bilir…