Semalara Doğru Bir Hayalin Peşinde*

Basmane’deki evimizin nar, erik ve dut ağaçları ile güllerin, selluka ve asmaların süslediği bahçesinin tam ortasında altıgen bir havuz ve babamın beslediği on üç kedi vardı. Babam her gün Hilal kavşağındaki küçük bakkal dükkanını aynı saatte kapatıp, trene biner, iner inmez yürüyerek Tilkilik’teki kasabına gelir, kediler için ayrılmış ciğer alıp eve gelince de ilk işi bahçeye çıkmak olurdu. Ciğeri küçük küçük doğrar, kedilere yedirir, havuzun fıskiyesinin kenarına da kumrular için ekmek kırıntılarını koyduktan sonra üstünü değiştirip, elini yüzünü yıkar ve sofraya otururdu.

Bahçesi sanki kutsal bir tören alanıydı onun için. O da bu törendeki görevini sanatçı estetiğiyle yaparken karınları zil çalan ev sakinlerinin bu olayı tören olarak algılaması mümkün değildi. Babam sofraya oturmadan hiç birimiz oturamazdık. Annemin “Baba yemeği” dediği akşam yemeğinin tenceresi ancak babam oturduktan sonra açılırdı.

Babam bahçesindeki ağaçlara zarar verecek diye mi, yoksa okumaktan vazgeçip, futbolcu olur diye midir bilmem, ağabeyimin bahçede top oynamasına asla izin vermezdi. Ancak buna rağmen top oynamayı çok seven ağabeyim hiç vazgeçmedi. Her gün arkadaşlarını toplayıp, bahçede topunu oynadı. Babamın gelmesine yakın saatlerde bana 1 kuruşluk verip, sokak kapısına dikip bekletir, babamı gördüğüm an haber vermemi isterdi. Ben çoğunlukla bu görevimi yerine getirsem de bazen sıkılır, babam gelmiyor olsa bile geliyor der, onu korkuturdum. Ağabeyim telaşla, kan ter içinde elini yüzünü yıkar, üzerini değiştirir, beklerdi. Gelmediğini anlayınca da bana çok kızardı. Bugün öyle vicdan azabı çekiyorum ki; keşke ona bunu hiç yapmasaydım. Ama ben de çocuktum. Bunu eğlence haline getirmiştim. Oysa ki; top oynamak ağabeyim için bit tutku idi. Ama babamın futbolcu olacak diye korkmasına da gerek yoktu. Çünkü ağabeyimin futboldan daha büyük başka bir tutkusu vardı: Uçmak…

Bahçede top oynarken bir uçak sesi duysa hemen oyunu bırakır, koşarak havuz başına gelir, başı yukarıda hayal alemine dalar, uçak uzaklaşana kadar arkasından bakar dururdu. Oyunu yarıda bıraktığı için arkadaşları sabırsızlanıp, çekiştirip dursalar da oyuna dönüşü çok zor olur, döndüğünde ise ilk cümlesi, “Bir gün ben de o semalarda uçacağım” olurdu.

1937 yılında İzmir ve civarında yapılan Türk Hava Kurumu adına tanıtım, gösteri ve halk uçuşlarına annemi ve beni çekiştire çekiştire götürüşünü ise hiç unutmam. Halkın yoğun ilgisi karşısında iki gün olarak planlanan uçuşlar altı gün boyunca yapılmış, biz de altı gün boyunca seyretmeye gitmiştik.

Annem her gün söylene söylene de gitse ağabeyime olan sevgisi ve düşkünlüğü nedeniyle hiçbir gün onu kırmadı. İzmir yanında Manisa, Bayındır, Ödemiş, Tire, Torbalı’da da uçuşlar ve gösteriler yapılmıştı. Bu süreçte halk inanılmaz bağışlarda bulunmuş, nakdi yardımların yanı sıra tarla ve hayvan bağışları yapılmış, bununla da kalmayıp, Türk Hava Kurumu için açılan bir kampanya kapsamında insanlar alyanslarını bağışlamış, altın yüzüklerini getirenlere gümüş yüzükler verilmişti.

Bu gösterileri izledikten sonra ağabeyim kabına sığamaz olmuştu. Bir yıl sonra ortaokulu bitirecek, Kuleli Askeri Lisesi’nin sınavlarına girecekti. Çok çalışkandı, sınavı kazanması iş değildi. Zaten hakkında yapılan detaylı ve uzun aile tahkikatlardan da olumlu rapor gelmişti. Ama bir aksilik olursa diye de çok endişe ediyor, sancılar çekiyordu.

Sınav günü yaklaşınca birkaç gün önceden ailecek İstanbul’a gittik. İstanbul’a her gidişimizde olduğu gibi Sirkeci’deki Alemdar Oteli’nde kaldık. Otelden biraz yürüyünce Sarayburnu’ndan karşıya bakınca Çengelköy’deki Kuleli Askeri Lisesi tüm ihtişamı ile görünüyordu. Ağabeyim bütün gün deniz kenarında ertesi gün sınavına gireceği, geleceğini şekillendirecek olan okuluna bakıp durdu. Kim bilir aklından neler geçiriyor, ne hayaller kuruyor, ne planlar yapıyordu. Bütün gün sustu, hiç birimiz ile konuşmadı. Annem yemeğini bile sahile götürdü. Ağabeyimin sınavı kazanması bizden ayrılması demekti. Ayrıca bu işin okula girmekle bitmeyeceğini, pilotluğa kadar gideceğini bilen annem çok endişeli idi. Zaten ağabeyimin Kuleli sınavına giriş nedeni de esas olarak pilot olmaktı.

Ertesi gün ailecek çok erken saatte kalkarak, tertemiz giysilerimizi giyip (babam giyimimize çok önem verirdi) vapura bindik ve karşıya geçtik. Vapurda kimse birbiriyle konuşmuyor, herkesin kafasından bambaşka düşünceler geçiyordu. Annem ve babam oğullarından ayrılacakları ve bir gün uçacağı için endişe taşırken, ben ise ağabeyim İstanbul’da okul kazanır ise onu çok özleyeceğimi biliyor ama daha sık İstanbul’a geleceğimizi düşünerek teselli oluyordum. Ağabeyimin heyecanı ise bambaşka idi. Kalbi küt küt atıyor, bu da hedefine bir adım daha yaklaşmanın verdiği mutluluk ile birleşince yüzündeki ifadeye yansıyordu.

Çengelköy’deki okulun bahçe kapısında Anadolu’nun her köşesinden sınava girmeye gelmiş öğrenci ve aileleri bekliyordu. Bir süre sonra öğrencileri teker teker içeri almaya başladılar. Abime sıra gelince sarılıp, öpüştük. Koşarak bahçeye girip, biraz ilerledikten sonra dönüp el sallayıp, koşarak binaya girdi. Sınav iki aşamalıydı. Sabahtan yazılı sınav olacaklar, başarılı olanlar öğleden sonra da mülakata gireceklerdi. Binaya girene kadar arkasından bakakaldık. Annem donup kalmıştı. Babamla koluna girerek Çengelköy Camisi’nin yanındaki Çınar ağacının dibine geldik.

Annem tesbihini çıkardı, dua etmeye başladı. Bir an duasına kulak misafiri oldum. Son cümlesi ise “İnşallah kazanamaz” idi. Çok şaşırmıştım. Yanlış duymuş olmalıyım diye düşünerek “Anne sen ne için dua ediyorsun?” diye soruverdim. “Kazanmaması için” dedi ve gözlerinden yaşlar geldi. “Ben oğlumdan ayrılmak istemiyorum. Hem bu iş burada kalmaz. Burayı bitirince uçmak ister bu. O uçaklar daha o kadar sağlam değil. Habire şehit oluyor evlatçıklar. Ya benim oğlum da düşerse ben ne yaparım o zaman” diye dökülüverdi kelimeler ağzından. Ben ve babam da ağlamaya başladık. Ama ağabeyimin tutkusunu gerçekleştirmesini de çok istiyordum. Duygularım karmakarışık olmuştu.

Uzun ve endişeli bekleyişimiz esnasında annem bir gün önceden hazırladığı yiyeceklerimizi çıkınından çıkarıverince havamız biraz değişmişti ki; gözümüz okul binasından üçer beşer inerek bahçe kapısına koşan bir öğrenciye takıldı. Koşan ağabeyime benziyordu. Bahçe kapısından çıkıp, bize doğru yönelince ağabeyim olduğu kesinleşti. Yanımıza gelince hepimize ayrı ayrı sarılıyor, “Kazandım… Kazandım anneciğim” diye zıp zıp zıplıyordu. Her ne kadar kazanmasın diye dua etse de annem de bozuntuya vermeden ona sarılıyor, tebrik ediyordu. Ana yüreği ne kadar acısa da evladının mutluluğuna eşlik ediyor, endişelerini içine gizliyordu.

Kutlama vakti gelmişti. Babam bütçesi çok geniş olmasa da bizi her zaman en iyi lokantalara götürürdü. Yine öyle yaptı ve ailecek Sarayburnu’ndaki lokantaya gittik. Hepimizin duyguları karışıktı ama ağabeyime belli etmemek için sevinç duygumuzu öne çıkarıyorduk. İstanbul’da birkaç gün daha kalıp, İzmir’e döndük. Önümüzde uzun bir yaz tatili ve hazırlık dönemi vardı. O yüzden bu süreyi çok iyi değerlendirmeliydik. Annem ağabeyime çamaşırlar, giysiler hazırlıyordu ama bilmiyordu ki ağabeyim hiçbirini yanına almayacaktı. “İmkanı olmayan arkadaşların yanında bunları giyemem, hepimiz eşit olmalıyız” demişti ayrılırken.

O yaz her anımızı birlikte geçirdik. Babam her yıl bize Çeşme Ilıca’daki Karabina Oteli’nde tatil yaptırır, sağlık için bol bol denize girmemizi isterdi. Ağabeyim ile bol bol denize girdik ve tatilin tadına vardık. Ayrılık vakti yaklaşıyordu. Ağustos ayının sonlarına doğru tekrar İstanbul’a giderek, ağabeyimi okula teslim ettik. Ayrılık oldukça zor oldu. Kimse göz bebeğindeki yaşları serbest bırakmıyordu.

O kapıdan girdiği gün artık o eski Hulûsi değildi. Yeni hayatının ilk gününde ağır ağır yürüdüğü okulunun bahçesinde sanki birden büyümüş, koca adam olmuştu. Bu defa bize selamı “bir çocuk selamından öte yetişkin bir adamın selamı” idi. Defalarca dönüp bize bakarak binanın merdivenlerinden çıkıp, içeri girdiği anda tutsak gözyaşları bırakıldı. Annem babam ve ben uzun süre hiç konuşmadan sessizce ağlayarak vapura yöneldik.

Vapurda ilk sessizliği bozan annem oldu. “Ömer Bey, beni sık sık İstanbul’a getir. Oğlumu göreyim, ne olur” derken babam, “Huriye Hanım, getirmez miyim hiç… Senin kadar ben de oğlumu sık sık görmek isterim. Sen hiç merak etme. Bundan sonra bir ayağımız İstanbul’da olacak” deyince bu defa annemin gözyaşları sevinç gözyaşları idi. Öyle de oldu. Biz artık sık sık İstanbul’a gider olmuştuk. Ben de hem ağabeyimi hem de arkadaşlarımı sık sık görüyordum.

Sirkeci’deki Alemdar Oteli ikinci adresimiz olmuştu. Ağabeyimi ancak hafta sonları görebiliyorduk. Babam ağabeyimi göreceğimiz günün gecesinde çay bardağına koyduğu rakısı eşliğinde karşı kıyıdaki okulun ışıklarını seyrederken;

Gurbet elde kaldım halim nicedir
Derdim şu dağlardan daha yücedir
Ayrılık çözülmez bir bilmecedir
Çözemedim bilmeceyi n’eyliyem / Turnalar
türküsünü dinler, efkarına efkar katardı.

Böylece üç yıl geçti. Ağabeyim Kuleli’den iyi derece ile mezun oldu. Bundan sonraki hedef ise belli idi… Ağabeyim semalarda gezinmeye çok yaklaşmıştı. Annem için ise son sınıfa kadar hala bir umut vardı. Çünkü o yıllarda henüz Hava Harp Okulu açılmamış olduğundan ağabeyimler Ankara’daki Kara Harp Okulu’nda okuyacaklar, son sene sınıflarına ayrılacaklardı.

Ve o gün geldi çattı… O günlerde ailemiz içinde yaşanan bir mazeret nedeniyle sınıf seçimlerinin yapılacağı gün Ankara’da olamayacaktık.

Komşumuz Fatma Hanım Teyze’nin oğlu da ağabeyim ile sınıf arkadaşı idi. Onlar Ankara’ya gidebildiler. Ertesi gün döndüklerinde, gözünü açar açmaz bizim evdeydi. Kapıdan girerken “Huriye Hanım, senin oğlan ne yapmış, biliyor musun?” diyerek kapıdan girerken annem de kalbini tutuyordu. Yüzü bembeyaz olmuş bir şekilde “Ne yapmış Fatma Hanım? Kötü bir şey mi yapmış? Sınıfta mı kalmış? Okuldan mı atılmış?” derken karşısındaki de vereceği haberin tadını çıkarıyordu.

Ağzından baklayı çıkarana kadar annem nasıl kalp krizi geçirmedi bilmiyorum. Ama çok heyecanlanmıştı. Sonunda Fatma Hanım Teyze, “Senin oğlan uçuş bölümünü seçmiş, pilot olacakmış” deyince annem derin bir nefes aldı. Yıllar boyu korktuğu şey olmuştu, ama “uçuş sınıfına seçilmek”de o kadar kolay bir şey değildi. Bir kere çok çalışkan ve çok da sağlıklı olmak gerekiyordu. Her ne kadar pilot olmasını istemese de o an yüzündeki ifadeden ne kadar gurur duyduğu da belli oluyordu. Hınzırca bir gülümseme ile “Peki seninki hangi sınıfa seçilmiş?” derken ise onun oğlunun uçuşa seçilemediğinden emindi…

Bu arada ağabeyimden de beklenen telefon gelmişti. Çok mutlu idi, çocukluğundan beri kurduğu hayallerine kavuşmuştu. Bizim de pilot olacağını kabullenmemiz gerekiyordu. Artık semalarda dolaşabilirdi. Belki de bir gün bir kızı olur, adını da Sema koyardı, pek çok pilot arkadaşının yaptığı gibi…

(*) Bu yazı halam Necmiye Aksekili’nin babamın çocukluk ve gençlik yılları ile ilgili bana aktardığı bilgilerden derlenmiştir. Türk Hava Kurumu ile ilgili bilgiler http://www.kokpit.aero/izmir-in-farkli-havalimani sayfasından alınmıştır.