Bir Pamuk Şehir – Hierapolis

Çökelez dağları…

Salpakos… Bu günkü adıyla eşi benzeri görülmemiş, doğa harikası Pamukkale’nin sırtını dayadığı dağlar…

Yüzyıllar boyu söylenip durmuş, “Oduncu Güzeli”nin hikâyesi…

Bu dağlarda yaşayan oduncunun kızı o kadar çirkin, o kadar çirkinmiş ki; yüzü sivilceli, vücudunun her tarafı çıban ve yara içindeymiş. Kızcağız utancından, kimselere görünmez, aynalara bakamaz, durgun sularda kendini seyredemezmiş. Kimseler de onu görmek istemezmiş. Bu kadar çirkin olmasına rağmen altın gibi de bir kalbi varmış. Ama yine de çirkinliğine bir türlü alışamazmış.

Bir sabah gün ağarırken, çıkmış Çökelez dağına ”Her gün bin defa ölmektense bugün bir defa ölmek daha iyi” demiş ve kendini dağın sarp yamaçlarından boşluğa bırakıvermiş. Dağın eteklerinde, derinlerden fışkıran şifalı sıcak suların varlığından ise habersizmiş.

O sabah Denizli Beyi’nin oğlu da Çökelez dağının eteklerinde keklik avına çıkmış. Bir yardan inerken, kızı kendinden geçmiş, kayaların üzerinde yatar bir şekilde bulmuş. Kızın sırma saçları sıcak su birikintilerinin içinde pırıl pırıl parlıyormuş. Beyin oğlu bu dünyalar güzeli olan kızı, kucakladığı gibi bir ağacın gölgesine yatırmış. Yaralarını temizlerken kız kendisine gelmiş.

”Ben ölmedim mi?” diye ağlamaya başlamış. Oğlan, kıza neden ölmek istediğini sormuş. Kız da ”Yüzüm ve vücudumun her tarafı yara, bere, sivilce içinde. Çok çirkin bir kızım. Bunun için ölmek istiyorum” demiş.

Oğlan da ”Sen mi çirkinsin, eğil de şu sularda kendine bir bak. Ay tanrıçası Selene mi güzel, yoksa sen mi?” demiş. Kız eğilip, kendini suda görünce gözlerine inanamamış.

Meğer Çökelez’den akan sular, kızı da, Pamukkale gibi eşsiz bir güzele çevirmiş.

O gündür bu gündür bunu duyan, gören dünya kadınları Pamukkale’ye gelir, şifalı sularda yıkanır, sonra da oduncunun kızına dua ederlermiş…

Pamukkale’nin suları şifalıdır. Güzelliğinize güzellik katar… Güzelliği sizi kendine hayran bırakır, ruhunuzu, gönlünüzü zenginleştirir.

Ve bu şifalı suların dibindeki dünya üzerinde eşine az rastlanır güzellikteki Hierapolis…

“Holy City” yani “Kutsal Şehir”…

Denizli yakınlarında bulunan bu antik kentin de, Frigya kentleri olan Laodikeia ve Tripolis’e yakın olmasından dolayı bir Frigya kenti olduğu ileri sürülüyor.

Pergamon Krallığı zamanında kurulduğu ve Bergama’nın efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera’dan dolayı, Hierapolis adını aldığı ise söylenceler arasında.

Yüzyıllar boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapan Hierapolis, Roma İmparatoru Neron dönemindeki depremden büyük zarar görmüş ve sonrasında tamamen yenilenmiş. Üst üste yaşadığı depremlerden sonra kent, Hellenistik niteliğini kaybederek, bir Roma kenti görünümünü almış. Hierapolis Roma döneminden sonra Bizans döneminde de çok önemli bir merkez olmuş. Bu önem bir dönem Piskoposluk merkezi olması (Metropolis) ve İsa’nın havarilerinden Filipus’un burada öldürülmesinden kaynaklanıyor. On ikinci yüzyıl sonlarına doğru ise Anadolu Selçukluları’nın egemenliğine girmiş.

Kentte, Domitian yolu ve kapısı, Oktokonus tapınağı, tiyatro, Frontinus caddesi ve kapısı, agora, Bizans kapıları, gymnasium, Tritonlu çeşme, Apollon kutsal alanı, su kanalları ve Nympheumlar, surlar, direkli kilisesi, Nekropol alanı, katedral ve Roma hamamı kalıntıları dikkatimizi çeken kalıntılar.

“UNESCO DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE” yer alan kentin, yaklaşık on bin kişilik, yamaca yaslanmış, tiyatrosunun tasarımından burada gladyatör dövüşleri yapıldığı tahmin ediliyor. Seyircilerin vahşi hayvanlardan korunabilmesi için sahne altındaki çukur bölümle, oturma sıraları arasında yaklaşık bir metrelik yükseklik farkı var.

Şehrin giriş kapısında işlenmiş olan Medusa figürü, tanrıça Medusa’dan korunmak için yapılmış. Bu inancın Türk kültürüne nazar boncuğu olarak geçtiği sanılıyor.

Mezarlık alanları olan Nekropoller, Hierapolis’in ‘Kutsal Şehir’ olarak adlandırılmasının ardından ayrı bir öneme bürünmüş. Mezarların görkemine göre ölenin zengin ya da fakir olduğu kolaylıkla ayrılabilen bu nekropoller kentin ana caddesinin her iki yanında uzanıyor.

“Antik Havuz”, Hierapolis’in özellikle sağlığa çok faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri. Yılda binlerce kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi geliyor.

Özellikle Roma İmparatorluğu döneminde tam bir sağlık merkezi durumunda olan kent ve etrafına kurulan on beşten fazla hamama binlerce insan gelir ve sağlıklarına kavuşurlarmış.

Antik havuz, bundan yüzyıllar önce büyük bir deprem sonucunda oluşmuş. Sütunlu caddenin yanında yer alan agoraya ait sütunlar deprem sonucunda oluşan kırık içinde meydana gelen havuzun içine yıkılmış.

Antik havuz, suyun sıcaklığı nedeni ile rahatlatıcı bir etkiye sahip olmasının yanı sıra, birçok hastalığın iyileştirilmesi konusunda da etkili. Bu konuda yapılan araştırmalara göre antik havuzun suyu, kalp hastalığı, damar sertliği, tansiyon, romatizma, deri, göz, raşitizm, felç, sinir ve damar hastalıklarına, içildiğinde de spazmlı midelere çok iyi geldiği söyleniyor. Bu da Roma döneminden itibaren antik havuzun etrafında sürekli olarak sağlık merkezlerinin kurulmasının nedenini açık bir şekilde anlatıyor. .

Adını İmparator Domitian’dan alan Domitian kapısı ile Güney Roma kapısı arasındaki 1 km uzunluğundaki kentin en önemli ve geniş caddesi görülmeye değer kalıntılar arasında. Her iki tarafında sütunlar ve kamu yapıları bulunan cadde şehri bir uçtan diğer bir ucuna kadar ikiye ayırıyor.

Frontinüs Kapısı’da denen, Roma Dönemi’nde kentin anıtsal giriş kapısı olan ve on dört metre genişliğindeki ana caddenin girişinde yer alan kapı, Laodikeia ve Collosai’ya giden ana yolun da başlangıcı…

Dini bir öneme sahip olan Hierapolis, antik zamanlarda temizliğe de büyük önem verilen bir yerleşim. Bu nedenle yolcuların şehre girdiklerinde temiz olmaları için kentin giriş ve çıkışlarına hamamlar inşa edilmiş. Hierapolis’te üç hamam var. Bu hamamlardan “Hamam Kilise” günümüze kadar iyi korunabilenlerden.

Yüzyıllar öncesinden günümüze kadar bütün ihtişamını koruyarak ayakta kalmayı başaran “Apollon Tapınağı” ise eski ve dini mağara olarak bilinen “Plutonion” üzerine kurulmuş.

“Ölüler ülkesine geçiş kapısı” olarak kabul edilen bu mağaranın içinden termal suların ve kendisine yaklaşan canlıların ölümüne neden olan gazın (karbondioksit) çıktığı da söylenceler arasında.

Bu özelliklerinden dolayı mağara, Tanrı Pluton ve eşi Persophone’nin hüküm sürdüğü yeraltı dünyasının (cehennemin) girişi olarak kabul edilmiş. Mağara etrafına, antik dönemde bir de kutsal alan yerleştirilmiş. Bu kutsal alanı tarih boyunca pek çok ünlü ziyaret etmiş. Mağaranın içine kuşları bırakan ziyaretçiler evlerine döndüklerinde kuşların kısa bir süre içinde gazdan zehirlenerek öldüklerini anlatmışlar.

Plutonion kutsal alanında yapılan kazı çalışmaları Pamukkale traverten havuzlarının oluşmasını sağlayan termal suların kaynağının gün ışığına çıkartılmasını sağlamış.

Roma İmparatorluğunun diğer kentlerinde de olduğu gibi, Hierapolis de surlarla çevrilmiş. Büyük kısmı bugün yıkılmış halde olan surlara, 24 adet kule yerleştirilmiş.

İşte travertenleri, Hierapolis’i ile o, bizi kendine hayran bırakırken, biz onu anlatmaya başladığımızda, “Bir Pamuk Şehir” deyiveriyoruz fazla düşünmeden. Zaten daha önceden de nasıl olsa “Pamukkale” denmemiş miydi?

Ama belki de masallara, mitolojik öykülere konu olmuş, eşi benzeri olmayan bu dünya harikası için kim bilir daha söylenmemiş ne kadar çok şey var ki; belki de bir sonraki gidişimizde bir kaçını söyleyebiliriz…

Hatta belki de siz bizden önce söylemek istersiniz. Hadi, gitmediyseniz, hemen gidin, gittiyseniz bir kere daha gidin, söyleyin hak ettiği o güzel sözleri…