Biraz Deniz Biraz Uyku…

Bodrum ile tanışıklığımız Gümbet’te çadırda kamp yapılan dönemlerde başlıyor. Az sayıda bungalow da bulunan Dolphin Kamping’de kaldığımız zaman boyunca sabah gözümüzü açar açmaz denize girer, mayomuzu gün boyu üzerimizden çıkarmadan günü geçirirdik. “İşte budur” diye düşündüğüm tatiller belleğimde öyle hoş tatlar bırakmış ki, bazen “Keşke Bodrum’da sürekli yaşayabilsem” diye düşündüğüm olmuştur.

Sonraki yıllarda içimdeki gezgin ruhunun canlanması ile hiç görmediğim yerlere gitme isteğim baskın çıksa da, çok yorgun ve sıkıntılı olduğum zaman, gözlerimi kapayıp, “Şimdi nerede olsam iyi olur?” sorusunu kendime sorduğumda, aklıma gelen ilk yer Bodrum’dur. Bir kaç yıl öncesine kadar aklıma hep Gümüşlük gelse de sevgili arkadaşım Kıvılcım’ın Ortakent’e yerleşmesi ile görüntü değişti. Şimdi hemen her yaz bir kere de olsa gitmeden yapamıyorum.

Yoğun bir kış döneminin ardından Kıvılcım’ın gönderdiği fotoğrafı gördüğüm anda verdiğim gitme düşüncem sevgili Nükhet Tatari’nin Yakaköy Dibeklihan Sanat Köyü’ndeki takı sergisi davetiyesi ile birleşince apar topar yollarda buluverdim kendimi.

Hedefim cumartesi sabahı erkenden yola çıkıp, öğleye orada olmaktı. Bir gün önce kendimi oldukça keyifsiz hissetsem de “Orada iyileşirim nasıl olsa…” diyerek çıktım yola. Sabahın erken saatlerinde otoyoldan Söke – Bodrum ayrımından çıkıp, Büyük Menderes’in alüvyonlarıyla doldurduğu eski körfez Latmos, pamuklar diyarı Söke Ovası’nı boydan boya kat edip, Beşparmak dağlarının gölgesinin üstünü örttüğü zamanda geçtim Bafa gölünün yamacından.

Yoldaki çalışmalar yavaşlamamı gerektirse de zeytin ağaçlarının arasından ilerleyen kıvrımların solundaki, Ege denizinin kıyıları gibi girintili çıkıntılı, kenarındaki ılgın ağaçlarının sınır olduğu, çok eski zamanlarda körfez olan gölün büyüleyici görüntüsünü seyrederek devam ederken bir yandan da Ay Tanrıçası Selene ile sevgilisinin öyküsü geçiyordu aklımdan.

“Söylencebilime göre Ay Tanrıçası Selene, Latmos’ta bir mağarada uyurken gördüğü genç bir çobana aşık olmuş. Geceleri onu görmek için gökten yere inmeye başlamış. Onu o kadar sevmiş ki; Zeus’tan sevgilisi için sonsuz gençlik ve hiç bitmeyecek bir uyku dilemiş. Zeus da Selene’nin dileğini yerine getirmiş. Böylece çoban ayın ışıklarıyla sarmaş dolaş olduğu bir gecede, sonsuz bir uykuya dalmış. Birbirine sarılan iki sevgili, sonsuza kadar bir daha hiç ayrılmamışlar. Bu nedenle ayın dünyada en sevdiği, ışığını en fazla paylaştığı yerin Latmos olduğu ve ayışığında dağın doruklarının ağardığı söylenirmiş…”

Gölün ortasındaki küçücük adacıklara da selam ederek, önce Pınarcık, sonra Çamiçi köylerinden geçtikten sonra “Heraklea” tabelasını görerek düşlerimden sıyrılıp, yoluma devam ediyorum.

Benim için yolun en sıkıcı bulduğum bölümü de Bodrum’un simgesi haline gelmiş kaleyi tepeden gördüğüm an sona eriyor. Rampadan aşağıya inerken her zaman olduğu gibi “Bodrum Bodrum” şarkısını mırıdanıyorum. Rodos Şövalyeleri döneminde yapılan kalenin iki liman arasındaki yarımada üzerindeki, mavi bir elbise giymiş güzel bir kadının gerdanını süsleyen kolyenin ucundaki elması andıran görüntüsü ile kıyı boyunca begonviller ile sarmaş dolaş olmuş bembeyaz evlerin duruşu yolun tüm yorgunluğunu unutturuyor. Homeros’un “Ebedi Mavilikler Ülkesi” tüm canlılığı ile karşımda duruyor. Defalarca görmeme karşın her defasında büyülendiğim kaleyi arkamda bırakarak yoluma devam ediyorum.

Ortakent’e Bitez yolundan gitmek daha kolay geliyor. Bitez dondurmacısının yanından geçerken aklım kalsa da bir an önce denize ulaşma sevdası ile duraksamaksızın Kıvılcım’ın beklediği sahile ulaşıyorum. Bu yıl Dalga Beach’in yanına yeni bir plaj daha açılmış. “Mu Art Café”. Sahipleri size kendinizi evinizde hissettirmek için her şeyi düşünmüşler. Deniz kenarındaki şezlonglardan, ağaçlar altındaki minderlere, masalar üzerine yerleştirilmiş dekoratif çiçeklerden, koltuklara kadar her şey en az kendileri gibi zarif.

Gider gitmez kendimi denize atıyorum. Sonra sıra yemeğe geliyor. Plaja gelen yemek tepsisine baktığımda gözlerime inanamıyorum. Çatal ve bıçak, dantelli kesenin içinden çıkıyor. İştahla yediğim lezzetli yemeğin ardından şarkıda olduğu gibi “Biraz deniz, biraz uyku” derken serginin açılış zamanı yaklaşıyor. Arkadaşım Zerrin’i evinden alıp, yola koyuluyorum.

Yalıkavak yolunda sağa dönüp, Yakaköy’e yöneliyoruz. Bir süre sonra karşımıza yeşillikler arasından doğa ile muhteşem bir uyum sağlamış taş yapı çıkıyor. Girişteki yoğurt dibekleri buraya adını vermiş. Demir kapıdan girip, merdivenleri çıkıyoruz. Sanat galerisi, atölyeler, restoran, dükkanlar, kafeterya ve sinema salonundan oluşan handa resim, heykel ve fotoğraf sergileri yapılıyor. O gün bir kaç sergi açılışı daha olduğu için oldukça kalabalık. Yerler kayrak taşıyla döşenmiş. Bina avludaki ağaç, çiçek ve sarmaşıklar ile bütünlük oluşturuyor. Burada Anadolu’da ölmekte olan el sanatları da sergileniyor. Sandık odası, cam boncuk atöyesi, incik boncuk, çanak çömlek, ıvır zıvır, çul çaput, yastıkçı, kumaşçı bölümleri de dikkatimizden kaçmıyor.

Serginin açılacağı bölüme geçiyoruz. Nükhet Hanım her zamanki şıklığı ve zarafeti ile karşılıyor konuklarını.

İğne oyları, danteller, Türkmen takıları, kumaşlar, boncuklar, taşlar, eski gümüş ve altın sırma işler, yemeniler, ipekler, paralar, pullar onun takı malzemeleri. Tüm bunları tasarım yeteneği ile birleştirerek, el emeği ve göz nurunu da katarak, günlerce, gecelerce çalışıp, ortaya çıkardığı eserlerine bir kez daha büyük bir hayranlıkla bakıyorum. Yakaköy’ün serinliğindeoğlunun ürettiği şarapları tadarken hoş sohbetler ediyoruz. Gitme zamanı geldiğinde tekrar görüşme dilekleri ayrılıyoruz.

Kıvılcım beni evde bekliyor. Evi, dekorasyon dergilerine model olacak kadar güzel. Tahta ile taş o kadar uyumlu kullanılmış ki; onlara bir de begonviller eşlik edince masal kitaplarındaki bir evde gibi duyumsuyorsunuz kendinizi. Bir gün önceki keyifsizliğim üzerine Yakaköy’ün serin havasının etkisi de eklenince tadım iyice kaçıyor. İki gün boyunca ateşlenip yatsam da arkadaşımız sevgili Birsen Tezer’in salı akşamı Dalga Beach’deki programına iyileşmiş olarak gidebiliyorum.

Anlatmak ile olmaz… Onu dinlemek gerek… Öyle bir sesi var ki; o sıcak Bodrum akşamında bile insanın içini serinletiyor. Bambaşka alemlere götürüyor. Pek çok parçasının söz ve müziği kendine ait. Birsen, dinle, çal kapımı, ah bilsen diyor. Arada yabancı parçalar da söylüyor. Derken kanununu alıyor eline. Veee… Aşk bu değil yapma güzel – Sen insanı güldürürsün – Sevişirken güzel güzel – Sen insanı öldürürsün deyiveriyor birden… Müziğin ritmine kapılıp, eşlik ediyoruz. Geçen yıl çıkan “Cihan” albümünden istekler yapıyoruz. “Balıkesir”i söylemesini sabırsızlıkla bekliyorum. Sıra “Çığlık çığlığa” parçasına geldiğinde ise gecenin sonuna yaklaşıyoruz. Ama bizim Birsen’i bırakmaya pek niyetimiz yok. Son olarak “Bir kuş kondu badi parmağıma” diyerek sahneden inerken bu defa biz onu çığlık çığlığa alkışlıyoruz…

Biraz deniz, biraz uyku dedim ama buna bir de müzik eklenince tatilim daha da güzelleşiyor. Sayılı günler çabucak geçip, dönüş günü geldiğinde ise Bodrum ile ilgili anılarım arasına yeni bir tanesini daha eklemenin keyfi ile dönüş yoluna koyuluyorum…