Bir Kamp Hikayesi

Annem, kamp ile ilgili konu açıldığında, “Biz o yıl sana hamile olduğum için gidememiştik. Ama ondan sonraki yıllar hep gittik” der, bu sözler ile başlayan sohbetin ise tadına doyum olmazdı.

Uzun yıllar benim için tatil kavramı ile eşdeğer olan kamp, 1963 yılında, çadırlı olarak açılmış. Biz ilk defa annemin söylediği gibi, ancak bir sonraki yıl, ben bir yaşındayken gidebilmişiz.

Hatırlayabildiklerim ile dinlediklerim bir araya gelince uzun bir kamp hikayesi çıkıyor ortaya.

O yıllarda tatil olanakları kısıtlı olduğu için yaz boyunca kampa gideceğimiz günü dört gözle beklerdik. Yirmi gün sürecek kamp hazırlıkları ise annem için bahar aylarında başlardı. Kampta giyilmek üzere, kendisine, ablalarıma, bana ve yardımcımız Ayşe Abla’ya dikeceği kıyafetlerin kumaşlarını almak için Kemeraltı’ya gider, torbalar dolusu kumaş ile dönerdi.

Hazır giyim mağazaları da şimdiki kadar çok olmadığı için, kampta giyeceğimiz rengarenk yazlık kıyafetlerimiz yanında mayolarımızı bile annem dikerdi. Bu giysilerin en özeli ise her kamp döneminin ortalarına doğru yapılan (bizim caz diye tabir ettiğimiz) eğlencede giyilecek olandı.

Nisan – Mayıs aylarında başlayan bu hazırlık kampa gideceğimiz Temmuz ayına kadar sürer, son hafta da havlu, terlik, simit, kolluk gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere tekrar Kemeraltı’ya gidilir, son hazırlıklar da tamamlanırdı.

Bir gün önceden kıyafet ve mayo bavulları ayrı ayrı hazırlanır. Kova, leğen, süpürge, elektrik ocağı, çaydanlık, kahvaltı takımları ve malzemeleri de kolilere doldurulurdu.

Son gece heyecandan uyumakta zorlansak da, sabahın erken saatinde uyanır, otobüsün gelmesini beklerdik.

Bizi kampa götürecek lacivert burunlu mesai otobüsleri (bizim kısaca mesai dediğimiz) lojmanlardaki kantinin önünde sıralanır, yolcuların gelmesini beklerdi. Kamp yirmi gün gibi uzun bir zamanı kapsadığından her ailenin hem giysi, hem de kullanım malzemeleri çok olur, bu nedenle bu eşyaları taşıyacak, başka bir araç da otobüsleri takip ederdi. Güle oynaya bindiğimiz otobüste arkadaşlarımız da olduğu için yolculuk çok eğlenceli geçerdi.

Güzelyalı’dan Hatay Caddesi’ne çıkan otobüs, Üçyol’dan Karabağlar’a doğru döner, Gaziemir’i de geçtikten sonra Cumaovası’nda ilk molasını verirdi. Molada herkes aşağıya iner, alışverişler yapılır, ayran içilir, ihtiyaçlar giderilirdi. Otobüs yolcularını toparlamak biraz uzun sürse de sonunda tekrar yola çıkılır, ayranları içen çocuklar Cumaovası ile Bulgurca arasında uykuya dalınca otobüs oldukça sessizliğe bürünürdü. Yollar şimdiki gibi güzel olmadığından ve beni de yol tuttuğundan iki köy arasını uyuyarak geçmek benim için en hayırlısı idi.

Otobüs ikinci molasını da şu an Tahtalı Barajı suları altında kalan Bulgurca köyünde verirdi. (Baraj suyu serbest bırakılmadan önce köy yeni yerine taşındı.) Bulgurca’nın meşhur köy ekmeğinden almadan yola devam edilmezdi. Bundan sonra kampa kadar alışveriş yapılacak başka bir yer olmadığından son ihtiyaçlar da alınarak, yola devam edilirdi.

Yine barajın suları altında kalan Dereboğazı’ndan (Kaplan boğazı) devam eden yolumuzda sağlı sollu çam ağaçları bize eşlik ederken, yolu takip eden derenin şırıltısı, kuş sesleri ile birlikte bir senfoni müziği sunardı adeta. Yolun ortalarına doğru, derenin üstünden asma bir köprü ile geçilen bir malikane vardı. Önünde zaman zaman bir Mercedes araba dururdu. Sonradan öğrendiğimize göre evin gerisinde oldukça büyük bir mandalin bahçesi varmış. Şimdi onlar da suyun altında.

Dereboğazı’nı da geçtikten sonra karşımıza çıkan ekmek fırınının yanından geçerek yolumuza devam ederdik. (Eğer yanındaki levhadan sapılırsa yol Gümüşsuyu’na [Gümüldür] çıkardı.)

Biraz daha yol aldıktan sonra denizin ilk göründüğü noktaya ulaşıldığında, sanki bütün çocuklar anlaşmış gibi uyanır, ayağa kalkarak “Deniz göründü” diye bağırmaya başlardı.

Denizin görünmesi kampa yaklaşmış olduğumuzun belirtisiydi. Bu nedenle her şeye rağmen uyanmayanlar da uyandırılarak, yola devam edilirdi.

Ortaköyü’de geçtikten sonra kampın girişine geldiğimizde, kampa girmek için bekleyen araçların olduğu bölümde yerimizi alırdık. Babalarımız sırayla giriş işlemlerimizi yaptırdıktan sonra deniz kenarındaki motellerimize* doğru yola koyulurduk.

Yerleştikten sonra ilk işimiz kafeteryaya giderek, diğer şehirlerden gelen arkadaşlarımızın da kampta olup olmadığına bakmak olurdu.

Kampın ilk açıldığı zamanlarda çadırlarda kalınırmış. Ben o yıllarda çok küçük olduğum için hatırlamıyorum. Ama anlatılanlardan anladığım kadarıyla, daha sonraki yılların konforu olmasa da çadırlı zamanda da kamp son derece eğlenceliymiş.

Ben daha çok 4-5 yaşımdan sonraki yılları hatırlayabiliyorum ki; o zaman da kamp altı bağımsız bölümü olan, alfabetik sıralı, yedi blok deniz kenarındaki motel ile arkalarındaki dört blok Alman motelinden (Bir dönem kampa gelen Almanların kaldığı moteller olduğu için) oluşuyordu.

Motellerin yakınında büyük bir kafeterya ile iskeleye yakın küçük bir kafeterya vardı. Burada en eski yıllarda çay ve kaşarlı tosttan başka bir şey bulunmaz, yemek için yukarıdaki gazinoya çıkmamız gerekirdi. Bu yüzden sabah kahvaltıları için mutlaka kahvaltılıklar getirilir, çay demlenir, motelin önünde kahvaltı yapılırdı.

Motel komşulukları ise çok keyifli olurdu. Yanımızdaki motellerde kalanlar ile devre sonunda akraba gibi olurduk.

Birinci ya da ikinci gün grubunuzu kurmak çok önemliydi. Zira arkadaş edinme konusunda geciktiyseniz oldukça sıkıntılı günler geçirebilirdiniz.

Kampta siz ne kadar erken kalkarsanız kalkın, gün, “Günaydın Sayın Kamp Sakinleri” ile başlayan ve o günün hava ve su sıcaklığı, gün içinde yapılacak aktiviteleri içeren, sonunda da “Kamp Komutanlığı iyi günler diler” sözleri ile biten anons ve devamında öğlen saatlerine kadar sürecek müzik yayını ile başlardı.

O ana kadar iskelede asılı olan kırmızı bayrak, yeşil bayrak ile değiştirilirken, cankurtaran teknesinin de iskelenin biraz açığında yerini alması, güvenli bir şekilde denize girebileceğinizin işaretiydi.

İlerleyen yaşlarımızda bayrak değişikliği bizi pek ilgilendirmese de, çocuk yaşlarda kırmızı bayrağın asılı olması bizim için oldukça sıkıntı yaratan bir durumdu. Sabah kahvaltısının hemen ardından denize gitmek istediğimiz için, bayrağın asılmasına kadar geçen sürede kendimizi çok zor oyalar, iki dakikada bir saatin kaç olduğunu sorar, saat yaklaşmaya başlayınca da mayolarımızı giyip, beklemeye koyulurduk. Yalnız başımıza denize gidebileceğimiz günlere kadar, denize ailecek gittiğimiz için, biz denizdeyken babamın sahilde durup, biraz uzaklaştığımız zaman geri dönmemiz için çağırışı ise hala gözümün önünde. İskelenin biraz ilerisindeki dubaya gidebilmek için daha iyi yüzme öğrenmemiz gerektiğinden hep kontrol altında denize girmek zorundaydık.

Biraz daha büyüyüp, bağımsız bir şekilde denize gidebildiğimiz zamanlar ise demir ayaklar üzerine oturmuş, ahşap iskeleden denize atlayarak girmek en zevk aldığımız şeylerden biriydi. Hatta bazen iskeleden adımınızı attığınız anda birkaç arkadaşınız size doğru koşarak gelip, ellerinizden ve ayaklarınızdan tutarak denize atabilirdi. “Altı okka edilerek” dediğimiz bu denize giriş şekli çok eğlenceli olduğu kadar biraz da tehlikeliydi. Eğer iyi ayarlanmaz ise iskeleye çarpabileceğiz gibi, sırtınızı da denize çok şiddetli çarparsanız, bir süre kırmızı bir sırt ile dolaşmak zorunda kalırdınız.

İskele denize girdiğimiz bir yer olması dışında aynı zamanda bir buluşma noktasıydı. Sabah grubumuz ile orada buluşur, havlularımızı serer, bir yandan sohbet eder, oyunlar oynar, denize girerdik. Öğlen olunca herkes denizden çıkar, üstünü değiştirir, yürüyerek tepedeki gazinoya çıkardı. Aileler bir gün evvelden kaç yemek istediklerini masalardaki kartlara yazdırırlardı. Yemek sonrası daha küçük yaşlarda öğlen uykusu zorunluluğumuz olsa da biraz büyüdüğümüzde, “uyumayacağuzzzzz” diye bayrak açıp, özgürlüğümüze kavuştuğumuzdan deniz saatine kadar arkadaşlarımız ile toplanıp, kağıt ve ping pong oynar, sohbet eder, akşam diskoda yapacağımız dansları çalışırdık.

Öğleden sonraları deniz genellikle dalga olurdu. Dalgalı denizde oynamak bizim için ayrı bir zevkti. Uzun bir deniz faslından sonra spor sahasına gidip, voleybol ya da basketbol oynamak da vazgeçemediklerimizdendi.

Akşam yemeği sonrası, ailelerimiz kendi arkadaşları ile toplanıp sohbet ederlerken, bizler de kampın diskosuna giderdik. Diskonun kapanış saati 11.30’u geçmediğinden eğlence sahilde devam ederdi. Arkadaşlarımız arasında mutlaka gitar çalan birileri olduğundan onun etrafında toplanıp, şarkılar söylemek bir diğer eğlencemizdi.

Uzun yıllar yaz tatillerimizi geçirdiğimiz kamp günlerimizin anıları bu satırlara sığacak gibi değil. Her yaşımızın ayrı güzellikte geçtiği o yılları hatırlarken aklıma gelen o kadar çok anı var ki; hangi birini yazayım derken aklıma hemen gelen bir tanesini paylaşarak yazımı sonlandırıyorum.

Sanıyorum 5 yaşlarındaydım. Bir gün kampta yolda yürürken yere dökülmüş bir zift gördüm. Akşama caz olduğu için caz kıyafetlerimi ve beyaz yazlık ayakkabılarımı giymiştim. Zifte basarsam ayak izim çıkar mı diye merak ettim ve denemeye karar verdim. Ayağımı çekmeye çalıştığımda ayakkabım zifte yapıştı ve tabanı ayakkabıdan ayrıldı. O zaman şimdiki gibi çeşit çeşit ayakkabımız olmadığından ayakkabısız kaldım. Ağlayarak anneme koştum. Akşama caz olmasa sorun yoktu. Lastik terliğim ile idare ederdim. Ayakkabı almak için İzmir’e gitmek dışında da başka bir seçenek yoktu. Tabii ki gidilmedi ve ben lastik terliğimi dantelli beyaz çorabım ile giyerek caza gittim. 5 yaşındaki bir çocuğun ayağına kimse bakmıyordu elbette. Ama ben o gün çok utanmıştım. Yine de pistten inmedim. O zamanlardan belliymiş dans etmeyi seveceğim. Şimdi hatırladığımda çok gülüyorum.

Ne güzel günlerdi?

(*) Kaldığımız odalara motel deniliyordu.