Bir Yörük Kültürü

Aralık ayının son pazar günü Aydın’ın Işıklı köyünde deve güreşleri düzenlenmiş. O gün sağanak yağmur beklenmesine karşın hem fotoğraf çekmek, hem de ilginç bir kültür ile tanışmak üzere sabahın erken saatinde çıkıyoruz yola. Yolculuk boyunca yağan yağmur nedeniyle güreşlerin ertelenmiş olabileceğini düşünmemize karşın köye ulaştığımızda yağmur diniyor. Hatta bir süre sonra hava günlük güneşlik oluyor.

Aydın Deveciler Derneği lokalinin önünde aracımızdan inerken, develer de davul zurna eşliğinde meydana geliyorlar. Her yeni gelen, kısa bir süre durup, kendini göstererek, güreşin yapılacağı alana doğru yürümeye başlıyor. Üzerlerindeki çan ve zillerin çıkardığı ritmik seslerle zeybek havalarına eşlik ederken podyumda yürüyen manken gibiler.

Süslemeler öyle canlı, öyle göz alıcıydı ki… Semerlerinin arkasında isimleri işli, dokuma, üçgen arkalıkların yanlarından büyüklü küçüklü, rengarenk boncuklar, deniz kabukları ve aynalarla işlenmiş parçalar, yünden yapılmış ponponlar, çanlar sarkıyor. Daha da süslü olan baş kısımlarında yanaklarına takılmış ziller ile gelin telinden tutun da allı, morlu, altın, gümüş sırma işli şifon eşarplara kadar geleneksel gelin başında ne varsa hepsi kullanılmış. Bacaklarına da boncuklu halhallar takmayı ihmal etmemişler. Türk bayrağı ile maşallah yazısı tümünde var. Güzel olduklarının öylesine farkındalar ki, edalı edalı güreş alanına doğru giderlerken biz de arkalarından yürüyoruz.

Çitlerle çevrilmiş güreş alanı bayram yeri gibi. Kasket ve poşu, potur ve körüklü çizme o güne özel bir kıyafet. Bu şekilde giyinmiş pek çok insan var. Bu arada develer de yine davul ve zurna eşliğinde resmi geçite başlıyorlar. Cazgır, kendine özgü sunuşuyla, maniler ve övgüler ile develerin ilginç isimlerini okuyor. Işıklı’dan Birinci Savran, Bozdoğan’dan Yakalı Muammer, Antalya Demre’den Kırayak, Germencik’ten Kara Cennet, Milas’tan Batuhan, Ulucak’tan Küçük Ali, Burhaniye’den Üçüncü Faytoncu, Çine’den Ceylin, Kuyulu’dan Büyükipçi, Çanakkale’den Balkış geçitlerini yaparken biz de tribünlerde kendimize bir yer bulup, oturuyoruz.

Çitlerin kenarlarına kurulmuş masaların etrafına dizilmiş insanlar güreşlerin başlamasını beklerken, yemeklerini yemeye başlamışlar bile. Biraz daha arkada kurulmuş mangallarda deve sucukları ve çöp şişler pişiyor. Bir sıra arkadaki römorklara yerleştirilmiş masa ve sandalyeler hatırı sayılır misafirler için ayrılmış. Poşu, kasket ve hediyelik eşya satıcıları da arkada yerlerini almışlar. Öyle bir coşku var ki; uzun zamandır bu günü bekledikleri belli. Davul ve zurnanın ritmine kendini kaptıran, “Efeler diyarı” adına yakışır biçimde başlıyor üçlemeye. Kendimi zor tutuyorum. Neredeyse ben de oynayacağım.

Bir elinde değneği, diğerinde yemek çıkını ile telaşla gelen Fadime nine arkama oturup, başlıyor anlatmaya: “Eskiden benim de develerim güreşirdi. Geçen yıl deden ölünce ben de bıraktım” diyor gözleri yaşlı. Oğlunun develeri de varmış güreşeceklerin arasında. Birinci Savran alana çıktığında gözleri yine doluyor. “Daha altı yaşında” diyor. Bir gece önce yapılan halı gecesini anlatırken kıs kıs gülüyor. “Dansöz getirmişler. Para basmışlar” derken utanıyor. Biz konuşurken fotoğrafımızı çeken arkadaşıma “Yeter gari çok çektin” derken de keyfi yerinde. Yanımda oturan yaşlı amca ise güreşler boyunca bilgi veriyor.

Daha çok Ege ve Akdeniz bölgelerinde yapılan deve güreşlerinin başlangıç tarihi kesin olarak bilinmese de yörüklerin Anadolu’ya gelmeleri ile başlamış. Yaşamlarında çok önemli yeri olan devenin diğer hayvanlara göre yeri de çok özel. Güçlü yapısıyla insanların tarih boyunca en önemli taşıma hayvanı olmuş. “Benim devem seninkinden daha güçlü” çekişmesine dayanan güreşler, zaman içerisinde gelişmiş. Bir kış sporu ya da eğlencesine dönüşmüş. Deve güreşleri tek hörgüçlü dişi develer ile çift hörgüçlü erkek develerin çiftleşmesinden olan ve ‘Tülü’ adı verilen erkek develer arasında ayak, orta, başaltı ve baş olmak üzere dört katagoride yapılıyor ve galibiyet; kaçırtarak, bağırtarak veya yıkarak elde ediliyor. Develerin güreşlerde yaptıkları oyun adlarından bazıları ise bağ, çengel, çatal, makas, tam bağ, yarım bağ, düz çengel. Kazanana halı armağan ediliyor. Halıyı alan deve de gururla alandan ayrılıyor. Güreşlerden elde edilen gelir ise genellikle cami, okul, park, yol yapımı gibi işlerde kullanılıyor.

Güreşler devam ederken Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, efelerle birlikte giriş yaptığı güreş alanının çevresini davul ve zurna eşliğinde dolaşarak, halkını sevgiyle selamlıyor. Efeler de, çiçek motifli iğne oyası ile bezenmiş fesleri ve zengin kostümleri ile alana ayrı bir renk getiriyor. Gösterilerini yaptıktan sonra ise kendilerine ayrılmış olan kısımda yerlerini alıyorlar.

Grubun bir kısmı öğle yemeğini alanda yemeyi tercih ederken, bizim aklımız ise Aydın’ın taş fırında, odun ateşinde pişirilmiş pidelerinde. Aracımız bizi garajın arkasında bırakıyor. Pideciyi ararken o kadar acıkıyoruz ki “Şamişi” denilen tereyağlı, yuvarlak, kıymalı pideyi bir solukta yiyip, tahinli, cevizli pidenin gelmesini sabırsızlıkla bekliyoruz. Pideler çok lezzetli. Çok doymamıza karşın son lokmasına kadar bitirmeden kalkamadığımız için aracımıza da son anda yetişiyoruz.

Alan bıraktığımızdan daha da kalabalıklaşmış. Bir kaç fotoğraf daha çekip, orada kalanları da alarak Tralleis’e doğru yola çıkıyoruz.

Antik kent, Aydın’ın kuzeyinde, Kestane Dağı’nın eteklerinde, Büyük Menderes ovasına hakim bir yerde kurulmuş. Şehrin merkezinden yalnızca iki kilometre uzaklıkta. Yaklaşırken, zeytin ağaçlarının arasında ayakta kalmış tek yapı olan spor merkezinin görkemli, anıtsal girişi karşılıyor bizi. Yapı, halk arasında “Üçgözler” olarak biliniyor. Girişe yakın bölümde yapılan kazıları korumak için üstleri tentelerle kapatılmış yaşam alanları görüyoruz. Su boruları hala sapasağlam duruyor. Kent, efsaneye göre Argos ve Trakya’lılar tarafından kurulsa da tarih boyunca pek çok uygarlığa da ev sahipliği yapmış. Ticaret yolları ve bereketli topraklar üzerinde yer alması, coğrafi konumu zenginleşmesini sağlamış, Bergama Krallığı yönetimine girdiğinde ise yontu ustalığı ile ünlenmiş.

Gün batımına yakın, ışığın fotoğraf çekimi için en elverişli duruma geldiği an, grup üyeleri en güzel kareleri yakalayabilme telaşıyla dağılıyor. Ben de bu arada yeşillikler arasındaki bir taşa oturup, üçgözlerden şehre doğru bakarken, tarih ile doğanın sarmaş dolaş olduğu bu eşsiz güzelliği belleğime kaydetmeye çalışıyorum…

Güneş şehrin arkasında yok olup, hava soğuyunca, grup üyeleri de toplanmaya başlıyor. Birlikte fotoğraf çektirirken herkesin yüzü gülüyor. Yoldaki çay molasının ardından dönüş yoluna çıkıyoruz. Her gezi dönüşü yaptığım gibi gün boyu yaptıklarımızı gözden geçirirken, Anadolu’nun eşi benzeri olmayan, bu çok renkli kültürünün gözlerimde, pidelerin midemde, uygarlık kalıntılarının ise ruhumda yarattığı etkinin güzelliği ile gözlerim kapanıyor…