Bir Zamanlar Çeşme’de

Çocukluğumda annemle babam güzel haberleri hemen söylemezler, sürpriz yaparlardı.
Bunların en önemlilerinden biri ise ilk arabamızın alınışıydı. Zira bu hayatımızda önemli bir değişime neden olacaktı…
Aslında o gün sıradan bir gündü. Ama sanki annemle babam biraz telaşlıydılar. Galiba okula yetişmeye çalışırken bunu pek de önemsemedik.
Ablalarımla ben sabahtan okullarımıza, babam da işe gitti. Öğleden sonra döndüğümüzde annem evde yoktu. Okuldan gelince yememiz için yemekleri ocağın üstünde bırakmıştı. Ama portmantonun üstünde nereye gittiğine ilişkin bir not yoktu. Yine bir tuhaflık olduğunu sezinledik, ama yemeklerimizi yiyip, kimimiz ders çalışmaya kimimiz de istirahat etmeye çekildik.
Akşamüstü olduğunda annemden hala bir ses yoktu. Tam merak etmeye başlayacaktık ki, kapının uzunca çalan zili ile irkildik. Açtık, kimse yoktu. Zil aşağıdan çalınmıştı. Balkona çıkıp, “Kim o?” diye bağıracakken, bir de baktık ki; annemle babam, sokağın ortasında beyaz Anadol marka bir arabanın yanında durmuş, bize el sallıyor, “Çocuklar hadi aşağıya inin, yeni arabamız ile gezmeye gidiyoruz” diye sesleniyorlar. Şaşkınlık ve sevincimiz birbirine karışıyor. Nasıl bu kadar sevinmeyelim ki? Yıl 1969. Sokağımızda ya da çevremizde henüz arabası olan aile sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az…
Üçümüz birden hemen üstümüzü bile değiştirmeden, merdivenleri üçer beşer inerek arabanın yanına varıyoruz. Bütün mahallenin çocukları arabanın başına toplanıyor. En az bizim kadar onlar da sevinçli…
Önden iki kapılı olan arabamızın arka koltuklarına ön koltuklar öne yatırılarak geçiliyor. Sanırım o zaman daha 4 kapılı olanlar üretilmemişti.
Bu arada arabadaki oturma yerlerimizden de söz etmem gerekiyor. Büyük ablam Leman “Ben babamın arkasına”, küçük ablam Sema da “Ben annemin arkasına” oturacağım deyince, bana da orta kalıyordu. Bastım yaygarayı elbette. Çünkü etrafı onlar kadar güzel göremeyecektim. Beni kandırmaları uzun sürmedi. “Yollar ön camdan daha güzel görünür” dediler. Aslında kanmamıştım. Ama başka da çarem yoktu. Zira bizim ailedeki hiyerarşik düzen büyüklere pek çok konuda öncelik sağlıyordu. Ben ancak ikisi de evlendikten sonra arabanın arkasındaki bütün yerlerin sahibi oldum.
Neyse… Arabaya bindik. Önce Halil Rıfat Paşa’ya dedemlere, daha sonra Basmane’ye babaannemlere, Şirinyer’e amcamlara, Alsancak’a halamlara ve Hatay’a dayımlara giderek yeni arabamızı bütün ailemize gösterdik. Hepsi en az bizim kadar seviniyordu. Çünkü o güne kadar ailede de henüz kimsenin arabası yoktu. Bir tek büyük dayımlar kalmıştı arabayı gösteremediğimiz. Aslında eğer Ankara’dan yıllık izin için İzmir’e gelmemiş olsalardı uzun bir süre de göremeyeceklerdi. Ama iki gün önce yengemin ailesini görmeye Çeşme’ye gitmişler, birkaç gün sonra da Ankara’ya döneceklerdi.
Ertesi gün hafta sonuydu. Annemle babam gezmek deyince hiç üşenmezlerdi. “Hem arabayı gösteririz, hem de bir kez daha görüşmüş oluruz” diyerek Çeşme’ye gitmeye karar verdiler. Bütün gece heyecandan uyumadım. Zira Çeşme’ye daha önce hiç gitmemiştim. O zamanlar Çeşme meşhur bir yer de değildi.
Otoban henüz yapılmadığı için İzmir’den Çeşme’ye tek bir yoldan gidiliyordu. Böylece sabahın erken saatlerinde Güzelyalı’dan yola çıktık. Yolun ilk bölümü çok zevkliydi. Deniz kenarından giden yol tek şerit bile olsa, en azından denizi seyrederek gidiyorduk. Ama ondan sonrası benim için tam bir kâbus oldu. Karaburun yol ayrımına kadar en az 3 – 4 kez durduk. Midem çok bulanmıştı. Elime bir torba vererek, yola devam ettiler. Daracık virajlı yollardan giderken gözümü kapatsam bir türlü, açsam bir türlüydü. Sonunda yemyeşil çam ağaçlarının arasında kalmış küçücük bir kahvede durduk. Burası bu gün bile Çeşme’ye eski yoldan gidenlerin uğrak yeri “Tepe Kahve” idi. Kısa bir mola da burada verdik. Neredeyse evden çıkalı 3 saat olmuş, hala Çeşme’ye varamamıştık. Babam kahvenin sahibine Çeşme’ye ne kadar zamanda varabileceğimizi sordu. “Yarım saat, bilemedin kırk beş dakikayı geçmez” cevabını alınca rahatladı mı bilmiyorum ama hemen bizi toparlayıp arabaya bindirdi ve yola koyuldu. Bu son bölüm benim için daha sıkıntılı geçse de fazla sesimi çıkaramadım. Zira herkesin sinirleri oldukça gergindi.
Çeşme’ye vardığımızda öğlen olmuştu. Hemen günümüzde turistik olan, o zamanın kasaba çarşısına girdik ve deniz kenarına varmadan sağdaki kasap dükkanın önünde durduk. O yıllarda belki de Çeşme’nin tek kasap dükkanıydı. Babam arabadan inip, dükkandan içeri girdi ve yengemin babası İsmet (Kıyıcı) Amca ile sarmaş dolaş oldu. Dedemin adaşı olan İsmet Amca oldukça kilolu, yanaklarından kan damlayan, neşeli bir adamdı. Hemen bizi içeri buyur etti. Soğuk bir şeyler içip, soluklandıktan sonra yengemin kardeşi Halim Abi’nin eşliğinde Kale Mahallesi’ndeki evlerine doğru yola çıktık.
Yokuş yukarı çıkılan taş döşeli daracık sokakta araba biraz zorlansa da yolda bırakmadı. Surlara paralel olarak inşa edilmiş eski taş evlerin arasından geçerek yolumuza devam edip, kocaman kapılı büyük bir taş evin önünde durduk.
Halim abi büyük tahta kapıyı açarak yukarı doğru; “Ablaaaaa Fıtnat Ablalar geldi…” diye seslenirken biz de o arada evin geniş taşlık bölümüne girmiştik. Halim Abi’nin sesini duyan dayım, yengem ve kuzenlerim neredeyse merdivenden yuvarlanarak indiler. Hiç beklemedikleri için oldukça şaşkındılar. Sarılma ve kucaklaşmaların ardından sıra yeni arabayı göstermeye geldi. Dışarı çıkıp arabayı gösterirken babamım yüzü keyifliydi ve “Salih, en kısa zamanda sana da alalım” diyordu. Daha sonra tekrar içeri girerek merdivenlerden evin esas yaşam bölümü olan yukarı çıktık.
Ev o kadar büyük ve güzeldi ki; çocuk belleğimde önemli anılar bıraktı…
İki kanatlı, yüksek kemerli giriş kapısı çok büyük olmakla beraber, kapının kanatlarından birinde küçük bir kapı daha vardı. Büyük taraftan hayvanlar geçerek kendi yollarından yüksek taş duvarlarla çevrilmiş bahçedeki ağıla gidiyor, küçük olandan ise insanlar giriyordu. Sadece insan geçecekse büyük tarafın zinciri açılmıyordu. Evin altı taş, üstü ise ahşaptı. Mutfak, erzak deposu, banyo, çamaşırlık aşağı katta, tuvalet ise bahçedeydi. Yüksek ve geniş pencerelerde ahşap kepenkler vardı. Oymalı tavanları ise çok yüksekti. Pencerelerde asılı beyaz iş perdeler kar gibi bembeyaz, tahta divanların üstündeki kıtık minderlerin üzerinde kanaviçe işlenmiş örtüler, yerlerde rengarenk desenli kilimler ile bir masal evi gibiydi. İkinci katın sahanlığından terasa çıktığınızda kalenin surlarının ardından Ege Denizi’nin eşsiz maviliği ruhunuzu besliyor, biraz daha ileriden ise Sakız Adası “Ben de buradayım” dercesine kendini göstermeye çalışıyordu.
Dayımlar bizi görünce çok sevinmişler. Dayım, “Hemen akşama dönmek yok, nasıl olsa yarın tatil. Akşamüstü sahile çıkar, çayımızı içer, daha sonra da akşam yemeğini evde yeriz. Hava çok güzel. Ben de Halim’in arabasını alırım. Ya Ilıca’ya ya da Çiftlik Köye gideriz.” diyordu. Aslında normalde annemle babam pek kalmak istemezlerdi. Ama bu defa nasıl olduysa kuzenlerim ile Halime Teyze ve İsmet Amca’nın da ısrarlarına dayanamadılar ve kalmaya karar verildi. Zira onlar da neredeyse 3 – 4 saatte geldiğimiz yolda yorulmuşlardı. Akşam hava kararmadan İzmir’e varabilmek için de 1 – 2 saat oturup dönmek gerekecekti. Bu karar hepimizi çok mutlu etti.
Böylece bir kahve içimi kadar evde oturduktan sonra dayımlar ile birlikte bir yanımızda kalenin surları olduğu halde yürüyerek merkeze indik.
Merkez dediysem aklınıza hemen günümüzdeki merkez gelmesin. Sözünü ettiğim yer, surların bitiminde küçük bir meydan, bir park, bir cami ve bir çay bahçesi. Hemen kalenin tam karşısındaki çay bahçesine oturduk. Çaylar söylendi, sohbetler edildi. Oturduğumuz yerden kalenin yukarı doğru uzanan heybetli görüntüsüne hayran olmamak elde değildi. Hepimizin kaleye baktığını gören İsmet Amca başladı anlatmaya:
Çeşme tarih boyunca hep çok önemli bir ticaret kapısıymış. Önceleri savunma için bir kalesi yokmuş. Bu nedenle sık sık düşman saldırılarından uğruyormuş. Devlet adamları savunma için çare aramaya başlamışlar. Sonunda bir kale yapımına karar vermişler. Osmanlı Padişahı II. Bayezıt tarafından, Aydın Valisi Mir Haydar aracılığıyla, Mimar Ahmet oğlu Mehmet’e yaptırılan kale, 1508 ile 1509 arasında tamamlanmış.
16’ncı yüzyıl başlarında Piri Reis’in haritasına işaretlenen kaleyi 1671’de gören Evliya Çelebi ise ünlü eseri Seyahatname’de şöyle anlatmış:
Deniz kıyısında bir alçak kaya üzere; batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı sahra ve dağdır… Kale içindeki hanelerin hepsi batı tarafından Sakız Adası’na doğru denize nazır elli adet toprak örtülü evlerdir. Dizdarı ve 185 neferi hep burada otururlar. Kalesi dörtgen şekilli, taş yapılı Hoşa-bad kalesidir. Bu kale doğudan batı tarafına uzunlamasına olup boyu yokuş aşağı hendek kenarınca iki yüz adımdır ve genişliği yüz elli adımdır. Bu hesap üzere kale çepeçevre yedi yüz adımdır. Üç tarafı derin hendektir. Lakin batı tarafı kayalarını deniz dövdüğünden hendeği yoktur. Kıbleye (güneye) bakan varoşa açılır sağlam demir kapası vardır. Hendek üzerinde zenberekli asma köprü ile geçilir köprü vardır. Bu kapu tarafı iki kat kale divandır. İç kalenin batıya nazır bir demir kapusu var ki, üzerinde tarihi yazılı olan kapudur. Bu kapudan içeri bir kat demir kapu daha vardır. İç kale böylece iki kat kapu olmuş olur. Bu iki kapunun üstünde Sultan İkinci Bayezıd’ın üst kat camii var. (*)
Anlaşılan o ki; ilk önceleri kale denize sıfırmış. Zaman içerisinde deniz dolduğu için önünde bir yol oluşmuş. Ama aradan yüzyıllar geçmesine rağmen yeni yapılmış gibi sağlam görünüyor.
Çaylar içildikten sonra bu defa yokuş yukarı yürüyerek çıkmak oldukça zor gelse de güle oynaya tekrar eve dönüyoruz. Sokaklarda bize eşlik eden danaların bizimle aynı yere gittiğini fark etmemiz uzun sürmüyor. Bu defa bahçedeki ağıla gidebilmeleri için kapının büyük kısmı da açılıyor.
Hayvanlar ağıla geçerken biz de taşlığa geçiyoruz. Taşlıkta hazırlanmış uzun masa çorbadan pilava, kızarmış etten sebzeye, meyveye, tatlıya kadar sanki bir ziyafet sofrası.
Yemeklerimizi yedikten sonra büyükler sohbet ederken biz de yatma vaktine kadar ablalarım ve kuzenlerimle beraber sokakta oynuyoruz. Labirent misali sokaklarda saklambaç oynarken kaybolmak işten bile değil. Bu nedenle ben daha çok büyük kuzenim İsmet’in peşinden ayrılmıyor, o nereye saklanırsa ben de onun yanına saklanıyorum. Ama ebe olduğumda onları saklandıkları yerlerde bulamayınca da yaygarayı basıyorum.
Yorgunluktan bitap düşmüş şekilde eve dönünce üst kattaki misafir yatak odasına girdiğimde her yer lavanta kokuyor. Odada yere serilmiş 2 kişilik yer yatağı ile L şeklinde köşeli upuzun bir divan ve büyük yer yatağının yanında bir de tek kişilik bir çocuk yatağı var. Bu yatak benim için olmalı diyerek kendimi sakız gibi bembeyaz çarşafların üzerine atıveriyorum. Gerisini ise hatırlamıyorum.
Sabah kalktığımızda gün doğmuş, pencereden güneş içeri giriyor. Dışarıdaki kuşlar horoza eşlik ederken, kuzular ile buzağılar da bu senfoniye destek oluyor. Sanki köydeyiz diye düşündürüyorum. Ama gerçekte de o zamanlar Çeşme küçük bir kasaba, hatta bir köy…
Giyinip, aşağıya inip, elimizi yüzümüzü yıkarken yine taşlıkta mükemmel bir köy kahvaltısının hazırlandığını fark ediyoruz. Yeni sağılmış inek sütünden, tazecik yumurtaya, yeni toplanmış domatesten bibere ne yok ki… Şimdi bu kahvaltılara organik serpme kahvaltı deniliyor. O zaman ise o kadar doğal ki…
İsmet Amca ve Halime Teyze’nin güler yüzlü misafirperverliği, dayım ve yengemin bir arada olmamızdan duyduğu mutluluk ile karışınca bizim beşimizin çayları sıra ile dökmemiz bile kimseyi kızdıramıyor.
Kahvaltı sonrası dayım Halim Abi’nin büyük minübüsünü aldığı için bizim Anadolu almamıza gerek kalmıyor ve yola çıkıyoruz. Rotamız önce Çiftlik Köy. Uçsuz bucaksız sahili olan Pırlanta Plajı o zamanlar daha işgal edilmemiş. Tüm doğallığı ile önümüzde uzanıyor. Çiftlik Köy ise eski taş evleri ile tam bir Rum Köyü. Evlerin çoğu yıkık dökük. Çünkü daha o zaman henüz buralar keşfedilmemiş. Ama o kadar doğal, o kadar dokunulmamış ki; huzur veriyor. Deniz kenarında verdiğimiz bir kahve molası sonrası geri dönüyoruz. Bu defa şifalı su kaynakları ile ünlenmiş Ilıca’ya düşüyor yolumuz. Yolumuzun üstünde Boyalık Mevkii’ndeki Çeşme’nin ilk büyük otellerinden Altınyunus bile daha henüz yapılmamış.
Uçsuz bucaksız Ilıca Plajı’nda yapımı devam eden tek katlı yazlık evler nedeniyle Şantiye denilen bölgeden arabayla geçip, merkeze geldiğimizde eğri gibi duran bir bina dikkatimi çekiyor. Meğer bu 30’lu yıllardan bu yana otel olarak kullanılan Karabina Oteli imiş. Planı da bulunduğu adanın konumuna göre çizilmiş. O sebeple eğri hissi veriyormuş. Ahşap pencereli dikdörtgen binanın bir tarafı denize bir tarafı da çarşıya bakıyor. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde İzmir – Çeşme yolunun müteahhitliğini yapan Ali Karabina tarafından inşa edilen otel önce ılıca tesislerinin taş banyo binasına ekliymiş. Zamanla gelişerek otel olarak hizmet vermeye başlamış.
Dönüşte Yıldızburnu’ndan geçerken, annem her gittiğimiz yerde arayacak birini bulduğu gibi “Burada Şükranların evi vardı” diyerek, ne yapıp edip Şükran Teyzelerin evini buluyor. Eşi Avni Öztin Paşa Çeşmeli olduğu için sahildeki tek katlı babadan kalma şirin eve hafta sonları gidiyorlar. O hafta sonu da orada oldukları için görüşebiliyoruz. Şimdi o evin yerinde çocukları Perin ve Bahadır’ın işletmeciliğini yaptığı Paşa Resort Otel var.
Sağa sarımsak sola soğan ekerek devam eden gezintimiz henüz sona ermemişti ama saatte oldukça ilerlemişti. Hemen Çeşme’ye dönüp arabamızı alarak İzmir yoluna çıkmalıydık. Bu nedenle bu defalık gezimizi burada sonlandırmak zorundaydık.
Yine gelirdik elbette… Zira artık arabamız vardı. Midem bulandığı için 4 – 5 mola ile Çeşme’ye varsak da, yorgunluktan uyuyup kaldığım için dönüş yolu çok kolay geçti. …
Şimdi bu yolculuğu hatırladığımda yüzümde bir tebessüm, yüreğimde ise şimdi aramızda olmayanlara büyük bir özlem var…
Evet Çeşme belki şimdi o günlere göre her anlamda çok daha güzel ve çok daha konforlu da; peki istediğimiz yerden denize girebiliyor muyuz? o saf, doğal, misafirperver insanlar nereye kayboldu?
(*) https://www.izmirdergisi.com/tr/turizm/kultur-turizmi/49-cesme-kalesi