Necibe’nin Gözyaşları…

Çocukluğumda, “Öldürülen çocuklarının ardından günlerce gözyaşı döken Niobe’ye acıyan tanrıların, acılarına son vermek için onu kaya haline getirdiğini, o günden itibaren göz çukurunu andıran girintilerinden sızan suyun aslında Niobe’nin gözyaşlarını temsil ettiğini, Manisa’nın sarı üzümlerinin ise bu gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiğini.” annemden defalarca dinlemiştim. Efsaneyi ağabeyimle bana anlatırken isimlerinin benzerliği gibi Niobe’nin kaderine benzer bir kaderi olacağını bilemezdi. Sonuna geldiğinde her defasında gözyaşlarına boğulur. Hıçkıra hıçkıra “Allah kimseye evlat acısı vermesin.” derdi.
Manisa’da babamın adı ile anılan uçsuz bucaksız çiftliğimizde yaşadığımız güzel günleri gerçekten hatırlıyor muyum yoksa oradan ayrıldıktan sonra annemin anlattıkları hafızamda karışmış mıdır? Ama bir tek o zamanlar çok mutlu olduğumuzdan eminim. Hayatımızın tamamen değişmesine neden olan o güne kadar…
Babam kendisine dedelerinden miras kalan at yetiştiriciliğini geliştirerek bölgedeki en iyi at yetiştirenlerden biri olmayı başarmış, böylece çiftliğimiz, at almak için bölgenin her yerinden gelenlerin uğrak yeri olmuştu. Yaşadığımız evin dışında uzun yoldan gelenlerin konaklayabilecekleri on tane de tek odalı ev vardı. Bazen alıcılar buraya aileleri ile gelir, bir kaç gün kalırlar, biz de bu sayede şehrin dışından gelen yeni arkadaşlar edinirdik. Adını bile duymadığımız şehirlerde yaşayan birçok arkadaşımız olmuştu.
Çiftlikteki keyifli günlerimizin yanı sıra nehrin yakınındaki zümrüt yeşili bağlarımıza gitmek ise ayrı bir şölendi bizim için. Manisa’da bağcılıkla uğraşan birçok aile gibi hasat öncesi biz de bağlara göçer, hasat sonuna kadar bağ evimizde kalırdık. Sıcak yaz günlerinde, bağların, özellikle akşamları, serin olması ve yaz boyunca sebze, meyve ihtiyaçlarımızı buradan karşılayabilme imkanımız aslında geçim kaynağı gibi görünen bağların bizim için sayfiye olmasını da sağlardı. Temmuz ayının ikinci yarısından itibaren üzümlerin kesilerek yaş satılması ya da kurutulması işleri Eylül ayı ortalarına kadar devam ederdi. Bu arada, tarhana, salça, konserve, turşu ve reçel gibi kış hazırlıklarımızı da burada yetiştirdiğimiz ürünlerle yapardık. Yaz aylarının sonundaki bağbozumu şenliklerini de yıl boyunca büyük bir heyecanla beklerdik. Her yıl seçilen bir bağa diğerlerinden kendi yetiştirdikleri birer sepet üzümle gelirler, yarışmalar düzenlenir, kazanana hediyeler verilir, sazlar çalınır, türküler söylenir, zeybekler oynanırdı. En iyi zeybeği ise ağabeyim Mehmet oynardı. Bir diz vuruşu vardı ki yere… Bütün kızlar onu görmek için toplanır. Heyecanla seyrederlerdi.
O yıl bizim üzümler birinci seçilmişti. Ağabeyim birinciliğin coşkusuyla bu kez daha bir yürekten oynuyordu. Ben ve arkadaşlarım etrafına toplanmış coşkuyla seyrederken bir an gözüm anneme ilişti. Yüzünde yakaladığım endişeli ifadeyi daha önce hiç görmemiştim. Benim baktığımı görünce hemen toparlandı. Huzursuzlaşmıştım ama eğlencenin coşkusuyla toparladım kendimi. O yılki şenlikleri biz birinci olduk diye mi yoksa yaşadığım son şenlik olduğu için mi bilmiyorum, hiç unutamadım.
Şenlikler de bittikten sonra artık çiftliğimize dönme hazırlıklarına başlardık. Bu arada hepimize büyük küçük işler düşerdi. En çok çalışan da ağabeyim olurdu. Güçlü kolları ile iki kişinin taşıyacağı yükleri rahatlıkla taşırdı. Sıcakladığında ise nehire girip serinlemek en büyük zevkiydi. Nehirde yüzmek güzel olduğu kadar tehlikeli idi. Annem de her defasında ağabeyime dikkatli olmasını tembihlerdi. O günde öyle oldu. Ağabeyim her zamanki sakinliğiyle merak edilecek bir şey olmadığını söyleyerek yüzmeye gitti.
Dönüşe hazır olduğumuzda ağabeyim hala gelmemişti. Babam yanına bir çalışanı da alarak nehir kenarına indi. Onların dönüşü de gecikince artık endişe başlamış, annemin göz bebeklerindeki yaşlar akmaya hazır duruma gelmişti. Merak etmemesini söylesem de ben bile söylediğime inanmadığımdan etkili olamıyordum. Uzun bir bekleyiş sonrası uzaktan babamı gördüğümüzde kucağında da ağabeyim olduğunu fark ettik. Annem bu manzara karşısında gözlerinde biriken yaşları bıraktı ama bir anda da sanki Niobe gibi taş kesildi. Sanki efsane tekrar yaşanıyordu. Annem uzun zaman hayatla bağlantısını kesti.
Babam nehrin kenarına vardığında ağabeyim bir dala zorlukla tutunmuş, yarı baygın bir durumdaymış. Güçlükle kıyıya çıkardıklarında sağ ayağında derin bir yara olduğunu görmüşler. Büyük ihtimal ayağı sert bir kayaya çarpmış. Ayağındaki yaranın etkisi ile yüzememiş ve bol miktarda su yutmuş. Onu çıkardıktan kısa bir süre sonra da babamın kollarında can vermiş.
O günden sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyordum. Babamla annemin artık gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. Çiftliğe döndükten kısa bir süre sonra babam Manisa’nın merkezindeki iki odalı evimize taşınırken çiftlik ve bağı yanımızda çalışan kahyaya bırakıp, kazancın yarısını paylaşmayı teklif etmişti. Kahya önce kabul etmek istemedi ama babamın ısrarına dayanamayıp kabul etti.
Manisa’ya gidişimizin altıncı ayında babamı da kaybettik. Altı ay içinde iki kayıp yaşamak ikimizi de alt üst etmişti. Ama kendimizi bırakamazdık. Yaşamak zorundaydık. “Çiftliğe gidelim” dedim. Annem “Yüreğim dayanmaz. Hem iki kadın nasıl başa çıkarız işlerle. İzmir’e gidelim. Çocukluk arkadaşım Halime başsağlığına geldiğinde istersek Karşıyaka Nergis’teki evinin alt katını bize kiralayabileceğini söylemişti. Bu evi kiraya verir o evi tutarız. Çiftlikten gelen para bize yeter. Gerekirse biraz da dikiş dikerim. Birkaç yıl kalır, kendimizi biraz toparlayınca döneriz. Belki o zaman çiftliğe tekrar yerleşiriz.” deyince aslında bir daha hiç dönmeyeceğimizi anlamıştım ama bir tarafımda hep dönme umudu oldu.
Nergis’te bizi yeni bir hayat bekliyordu. Değişiklik iyi gelmiş, biraz toparlanmıştık. Halime teyze ve kızları Suzan ile Zişan bizi hiç yalnız bırakmıyorlar, acılı günlerimizi bir an önce atlatmamız için her gün bize yeni programlar hazırlıyorlardı. Arka arkaya yaşadığımız iki kayıp bizi hayata karşı biraz ürkekleştirmişti. Ama annemin ağabeyimin öldüğü gün taşlaşmış hali sanki karşılaştığımız her türlü güçlüğü aşmamıza da yardımcı oluyordu. Çiftlikten çok az para geliyordu. Ama annem bunu çok önemsemiyor, dikiş dikerek hem kendini oyalıyor, hem de geçimimize katkıda bulunuyordu. Ben de bu arada kendisine yardım ediyordum. Annem kısa bir sürede kendini mahalleye sevdirmeyi başardığı gibi çok akıllı bir kadın olduğu için aynı zamanda aklına danışılan bir kişi haline gelmişti.
Ben de bu arada genç bir kız olmuştum. İsteyenlerim de vardı. Aslında ben pek erken evlenmek istemezken, annem “Gözüm görürken seni yerine teslim edeyim” deyip durdukça bana da evlenme fikri yakın gelmeye başlamıştı.
O zamanlar Nergis’te sebze ve meyve bahçesi çoktu. Halime teyzeler, iki sokak ötemizdeki bahçe sahibinin oğlu Ahmet’in beni görüp beğendiğini, benimle evlenmek istediğini söylüyorlar ve bizi karşılaştırmaya çalışıyorlardı. Israr üzerine görmeye razı oldum. Ben de beğenmiştim. Babamla isminin aynı olması da bende sempati uyandırmıştı. Biraz nazlandım ama fazla uzatmadan razı oldum. Ama kış aylarında Basmane’deki evlerinde oturacak olmamız beni biraz düşündürmüştü. Annem yalnız kalacaktı. Ama annem “ Ben arada gelir sizde kalırım. Hem Halime teyzenler var, beni yalnız bırakmazlar. Yazları da hep beraber oluruz.” deyince razı oldum. Kısa bir süre içinde evlendik. Ahmet ile birbirimizi kısa zamanda çok sevdik. Yazları babasına bahçelerde yardımcı oluyor. Kışında Tilkilik’teki bakliyat dükkanında çalışıyordu. Biz de yazın Nergis’te kışın da Basmane’de oturuyorduk.
Mutluydum. Oğlum Nazmi’yi kucağıma aldığım gün Ahmet’in askere çağırılması içimi burkmuş, Çanakkale’ye gönderilecek olması ise daha da moralimi bozmuştu. Üst üste yaşadığımız acılardan sonra bir yenisini yaşama ihtimalini aklıma bile getirmek istemiyordum. Evimizin kapısında Ahmet’i uğurlarken kucağımdaki Nazmi henüz iki aylıktı. Sokak başına kadar gidip, geri dönerek bana ve oğluna defalarca sarıldı. En sonunda köşeyi döndüğünde bu defa ben arkasından koştum. Gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Bu onu son görüşümdü. İlk gittiği günlerde gelen giden ile haberlerini alıyorduk. Her yeni gelen haberden sonra biraz rahatlasak ta cephede olması bizi çok tedirgin ediyordu.
Nazmi sekiz aylık olduğunda hızla çalan kapıya koşarken karşımda duran iki askerden alacağım haberin bu defa kötü bir haber olacağını bilmiyordum. İşte olan olmuştu. Bu defa da kaybetmiştik… Bayılmışım… Günlerce kendime gelememişim. Kendime geldiğimde sütüm kesilmişti.
Nergis’teki komşularımızdan birinin kızı yeni doğum yaptığından annem bir süreliğine hem Nazmi’ye de süt vermesi hem de bana hava değişimi olması için bizi götürmek istedi. Toparlanıp annemin yanına taşındık.
Her yeni acı bizi biraz daha güçlendiriyordu. Annemin işleri çok artmıştı. Tam bir yardımcıya ihtiyacım var dediği sıralarda ben tekrar yanına gelmiştim. Bir yandan oğlumu büyütmeye çalışırken bir yandan da gece gündüz dikişleri yetiştirmeye çalışıyorduk. İş yoğunluğu iyi gelmişti. Düşünmeye fazla vakit yoktu. Bu arada Halime teyzeler yine en büyük desteğimiz olmuşlardı. Evime dönmek istesem de dönemiyordum.
Böylece beş yıl geçti. İçimizdeki acılar tamamen yok olmasa da hafiflemeye başlamış, oğlum da artık ele gelmeye başlamıştı.
Bir gün Halime teyze annemle bir şey konuşacağını söyleyerek evlerine çağırdı. Geldiğinde yüzünde uzun zamandır görmediğim bir ifade fark ettim. Mutlu gibiydi ama hafif bir endişe de vardı. Heyecanla anlatmaya başladı. “Halime teyzeler uzaktan ahbapları olan Halil Kaptan ile annemi evlendirmeyi teklif etmişler. Adı Mehmet olan oğlunu üç yıl önce bir deniz kazasında, eşini de oğlunun ölümünün hemen ardından kaybeden kaptanın Ömer ve Mustafa adında iki oğlu daha varmış. Oğlu Ömer’de evlenmek istiyormuş. O da benim için pek uygunmuş.” Annem hem gülüyor hem de anlatıyordu. “Bir anda ikimize birden kısmet çıktı.” derken bu defa gözlerinden gelen yaşlar gülmekten kaynaklanıyordu. Bir yandan da “Onun ölen oğlunun adı da Mehmet’miş. Eşi de ölmüş. Aynı kaderi yaşamışız. Galiba bu benim kısmetim. Neden olmasın? Belki de hayat bundan sonra bize güzel günler gösterecek.” deyiverdi. Ama birden yüzü kızardı. Ben de anneme ısrarla düşünmesini önerdim. Halime teyzelerde kısa bir görüşmeden sonra annem “Peki” deyiverdi. Annem ve Halil babam kısa bir zaman içinde evlendiler. Biz de Nergis’teki evi boşaltıp onların Basmane’deki evlerine taşındık. Bahçedeki asmayı görünce biraz içim burkuldu ama nar ağacının altına yerleştirilmiş deniz kabuklarına pek anlam veremedim. Sorduğumda her biri konuyu değiştirdi. Üstelemedim. Daha sonra nasıl olsa öğrenirdim.
O gün bu evde artık mutlu olacağımızı anlamıştım. Oğlumla her biri ayrı ilgileniyor. Ömer adeta ona babalık yapıyordu. Bir süre sonra beklediğim soru geldi. Ömer benimle evlenmek istiyordu. Galiba benim için de en hayırlısı bu olacaktı. Zaten Ömer’i de sevmiştim. Hem o da oğlumu benimsemiş, kendi oğlu gibi sevmeye başlamıştı. Ben de işi uzatmadım. Kabul ettim. Böylece biz de evlendik. Altı ay içinde aynı evin içinde ikinci nikah gerçekleştiğinde annem Ömer ile ortak kardeşimiz Mürşide’ye üç aylık hamileydi. Mürşide’nin doğumu ile evin havası daha da bir şenlendi. Artık hepimiz geleceğe umutla bakıyor. Yaşadığımız acıların tekrar etmemesini diliyorduk.

Bir süre sonra ben ikinci oğlumu dünyaya getirdiğimde uzun zamandır ilk defa bir sorun ile karşı karşıyaydık. Doğacak çocuğumuz kardeşimiz Mürşide’ye ne diyecekti. Benim kardeşim olması sebebiyle “Teyze”, Ömer’in kardeşi olması sebebiyle “Hala” demesi gerekiyordu. Oğlum konuşmaya başladığında kendiliğinden “Abla” deyiverdi. Böylece sorun çözülmüş oldu. Birbirlerini hep kardeş bildiler. Ama Mürşide’nin “Teyze mi” yoksa “Hala mı” olduğunu daha sonra doğan çocuklarımıza anlatmamız o kadar da kolay olmadı… Bu durum ailemizde uzun yıllar tatlı bir tartışma konusu olarak sürüp gitti…