Adına Tarih Boyunca Onlarca Sıfat Eklenmiş Bir Masal Şehir – İzmir

Homeros “Gök kubbenin altında ki en güzel şehir” demiş…
Aristo İskender’e “Görmezsen eksik kalırsın” derken,
Victor Hugo hiç görmeden adına şiir yazıp bir “Prenses”e benzetmiş…

Gerçek olaylarla efsaneler, hem kuruluşunda, hem adını almasında, hem de zaman içindeki yolculuğunda iç içe yaşanmış neredeyse…
Kimi zaman bunları birbirinden ayırabilmek bile son derece güç olmuş…

Efsanelerden birinde, şehrin adeta sırtını dayadığı Pagos Dağı üstünde bulunan Kadifekale’nin giriş kapısı üzerinde, şehrin Amazonlar tarafından kurulduğunu sembolize eden ve İzmir adını almasının nedeni olduğu söylenen, “Amazon Smyrna”yı simgeleyen mermerden bir kadın başının bulunduğu söylenir.

Günümüze ulaşmayan bu kadın başının, halk arasında “Saba Melikesi Belkıs”, bir diğer adıyla “Kaydefa” olduğu söylenir.
Bu nedenle kaleye Kaydefa kalesi de denir. Bu isim zamanla Kadifekale’ye dönüşür.
Efsaneye göre; Saba Melikesi Kaydefa, bir gün adamlarını etrafına toplar ve,
“Bana öyle bir şehir kurun ki, dünyada eşi benzeri olmasın ve insanlar ona bakmaya doyamasın” der…

Adamları da pek çok yeri gezip, dolaştıktan sonra Pagos dağına gelirler. Kalesi de olan bir şehir kurarlar.
İşler tamamlanınca, Melike de kırk gemisi ile Yemen’den gelip buraya yerleşir.
Gerçekten de buradaki görüntüye doyamaz, şehrin güzelliğinden ve manzarasından o kadar etkilenir ki, kaledeki şehre yerleşerek tüm ömrünce burada mutluluk içinde yaşar.
Bir gün Kadifekale’deki sarayından, İzmir Körfezi’nin doyulmaz, eşsiz güzelliğini seyre dalmışken, bir ara gözü, Gediz nehrinin altın renkli sularına ve nehri kolları arasında kucaklamış gibi görünen zümrüt rengi yeşilliğe takılır. Daha fazla dayanamaz ve eşi Sultan Süleyman ile birlikte atlarına atlayarak, Gediz Vadisi’ne varırlar…

“Tanrıların Dağı” denilen Spil Dağı’nda, başı önüne eğik bir şekilde, öldürülen çocuklarının ardından günlerce ağlayarak, taş kesilen Niobe’nin gözyaşlarının ırmaklaşıp, yöreye yayılıp suladığı asmaların koruluğuna dalarlar.

Kaydefa gördüğü eşsiz manzaranın güzelliğinden büyülenir. Bu arada, boynundaki inci gerdanlık dallara takılır ve kopar. İnciler dört bir yana saçılıp, dağılır. Sarayına döndüğünde gerdanlığının boynunda olmadığını fark ederek, adamlarını çağırır ve; “Çabuk hemen gerdanlığımı bulun… Yoksa her yeri kurutur, ovayı çöle çeviririm…” der.

Adamlar atlarına atlayıp, Gediz ovasına giderler. Ovaya dağılarak, her yeri ararlar. Ama gördükleri çok şaşırtıcı ve büyüleyicidir.
Kaydefa’nın gerdanlığındaki inci tanelerinin düştüğü her yerde birbirinden güzel bağlar ve her biri birer kehribar renginde, mis kokulu tanelerden oluşan üzüm salkımları oluşmuştur…

Adamlar şaşkın ve büyülenmiş bir halde saraya dönerler. Gördüklerini aynen Melike’ye anlatırlar. Kaydefa anlatılanlara inanmaz, bir de kendi gözleriyle görmek için, Sultan Süleyman ile birlikte atlarına atlayıp, Gediz ovasına giderler. Adamların anlattıkları tıpa tıp doğrudur.

Melike ve Sultan üzümlerden doyasıya yerler. Hem üzümlerin tadından, hem de sıcağın etkisiyle susayınca da, biraz serinlemek ve dinlenmek için bir yer ararlar. Ovadaki ulu çınarların, salkım söğütlerin gölgesinde, serin suların aktığı bir pınara varırlar. Pınarın hayat veren sularından içerler. Bu sırada Sultan Süleyman, üzüm tanelerini dizerek bir gerdanlık yapar ve bu gerdanlığı Kaydefa’nın boynuna takar…

Bir süre sonra, Kadifekale’deki saraylarına dönmek üzere kalktıklarında, gördüklerine inanamazlar. Bütün asma dallarında altın yeşili yapraklarla bezenmiş, gerdanlık biçimli, kehribar renkli, güzel kokulu, milyonlarca üzüm salkımları oluşmuştur…

İzmir ve çevresinin toprağının bereketi ve bu bereketin sembolü olan üzümle ilgili anlatılan “Kaydefa’nın Gerdanlığı” efsanesine de efsane demek ne derece doğrudur bilinmez…

Doğanın insanlığa armağanı olan üzümü İzmir adıyla anmak, ona “Üzümün şehri İzmir” diyebilmek …

Belki de budur esas armağan olan…