Bazen Hatırlarız Unuttuklarımızı

Her şey akar, her şey devinir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz…
Efesli Herakleitos ile özdeşleşmiş olan bu deyiş; doğada hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her anın bir önceki ve bir sonraki andan farklı olduğunu ne güzel anlatır…
Yaşamımız boyunca an gelir çok derin bir denizin dibinde, an gelir çok yüksek bir dağın tepesinde buluruz kendimizi, bazen ıssız bir adaya, bazen de kalabalık bir dünyaya hapsolmuş hissederiz…
Son cümleyi bundan altı ay önce söylemiş ya da duymuş olsaydık, bu bizler için fazla bir anlam ifade etmez, hatta belki de güler geçerdik. Ama şu an çoğunuzun “Aynen bu şekilde hissediyorum” dediğinizi duyar gibiyim…
Hangimizin aklına gelirdi ki; gün gelecek dünyanın bir ucunda ortaya çıkan bir virüs, orada pek çok insanı hasta ederek, ölümlere yol açacak, bizler daha burada “Yok canım, buraya kadar gelemez” diye düşünürken, şehrin sınırlarını aşacak, ülkeye, komşularına ve nihayetinde de tüm dünyaya yayılacak…
Hepimiz buna çok şaşırdık. Virüs çok hızlı yayıldı. Zira ülkeler arası uçuşların bu denli yoğun olduğu günümüzde kaçınılmaz bir sonuç oldu. İnanılacak gibi değildi…
Konu üzerine kimisi gerçek, kimisi kurgu pek çok şey söylenip, pek çok şey yazıldı, videolar hazırlandı, açık oturumlar yapıldı. Şöyle yapın, şunu yiyin, bunu yemekten kaçının dendi. Asansöre binmeyin, maske takın, eldiven giyin, yok yok eldiven sağlıklı değil gibi pek çok doğru ya da yanlış bilgiler kafamızı karıştırdı. Sarılmayı ve öpüşmeyi çok seven bir toplum iken, sosyal mesafenin ne olduğunu öğrendik. Bunların bazısını makul bulduk, bazılarını ise kabullenmekte güçlük çektik. Ama korkudan pek çoğunu sorgulamadan uyguladık. Hatta her sabah bir an önce okumak için heyecanla beklediğimiz, tutkunu olduğumuz gazetelerimizi hastalık taşırsa diye almaz olduk.
Zira bu salgın okuduğumuz Daniel Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü, Albert Camus’un Veba, Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk kitaplarını çağrıştırıyordu.
Sokağa çıkma yasaklarının olduğu ya da kendi kendimizi karantinada tuttuğumuz günlerde ise; kimilerimiz tehlike geçtiğinde, sokaklara çıktığımızda “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken, bazılarımız “Her şey yine eskisi gibi olmaya devam edecek” dedi.
Gün geldi, yasaklar, gönüllü, gönülsüz karantinalar bitti, sokaklara çıkıldı. Evet, bir şeyler değişmişti, ama değişmeyen de o kadar çok şey vardı ki…
Örneğin şimdilerde sokakta yürürken gördüğümüz, yüzleri maskeli insanların pek çoğunun omuzlarında bundan yıllar önce piknik yaparken ya da plaja giderken götürdüğümüz portatif sandalyeler, ellerinde portatif bir masa ve içinde yiyecek ve içecekler olan buz çantaları var. Zira insanlar kahve ve çay bahçelerine gitmeye korkar oldu. Yollardaki ve sahillerdeki her bir gölge bir ağacın dibi adeta bir cafe oldu. İşlerini evden idare edebilenler işe gitmediler. Toplantılar bilgisayarlara yüklenen programlar üzerinden yapılmaya başlandı. Bunlar, bu işi gerçekten ciddiye alıp, önlem alanlar. Bir de “Bize bir şey olmazcılar var.” Sanki hiç böyle bir hastalık ve ölüm tehlikesi yokmuş gibi hayatlarına eskisi gibi devam edenler…
Herkesin kafası hala karmakarışık. Benim de öyle…
Evet… Bu süreçte neredeyse bütün dünya evlere kapandı. İşinin ya da yaşamının şartları gereği sokağa çıkmak zorunda olanlar da vardı. Pek çoğumuz olağanüstü haller dışında hiç bu kadar uzun süre evde kalmamıştık. Zira okul ve iş hayatlarımız bizleri daha fazlasıyla evlerimizin dışında tuttu. Ara sıra evlerimizi özlesek de, daha çok dışarıyı sevdik. İki gün üst üste evde kalsak, sıkılır olduk. Şimdi ise, “Evde oturmaktan çok sıkıldım” deme şansımız bile yok. Hele evde olmak isteyip de, olamayanlar ile her gün hastalık ile burun buruna olanları düşündükçe…
Ülkemizde ve dünyada orta yaş ve üzerindekilerin büyükanne ve büyükbabaları, ya da anne ve babaları savaş görmüş, savaşın olumsuz etkilerini yaşamışlardır…
Çoğumuzun kulağında anlatılan hikâyeleri vardır o dönemlerin…
Benim kulağımda kalan bu tür çok hikâye var. Örneğin babaannemden dinlediğim “Savaş ve yokluk günleri hikâyeleri” ile yaşanmışlıkların sonucunda üzerlerine sinmiş, şahidi olduğum davranış şekilleri…
Babaannem savaş görmüştü, yokluk görmüştü. İktisatlı davranmak, saklamak artık neredeyse hücrelerine işlemişti. Çocuklar istediğinde yok dememek için çerez, yemiş, şeker gibi pek çok şeyin bir kısmını hep bir yerlere saklardı. O zamanlar bu davranışları hepimize biraz tuhaf gelirdi. Hatta cimri olduğunu bile düşündürürdü. Ama değildi. Tam tersi yedirmeyi, içirmeyi pek severdi. Şimdilerde onu çok iyi anlıyorum.
Annem ve babamdan ise 2. Dünya Savaşı yıllarında ülkemizde büyük yokluk yaşandığını, ekmeğin bile karne ile dağıtıldığını çok duydum. Esasen her ne kadar bunları dinleyerek büyüsek de onlara göre biraz savruk olduk. Evlere kapandığımız günlerde onları neredeyse her gün andım ve hala da anmaya devam ediyorum.
Alışveriş için sokağa çıkmanın ve sanal marketlerden sipariş vermenin risklerinin yanı sıra, virüsün tehlikesi nedeniyle üretimin ve tarımın bitme noktasına gelebileceğini düşünmeden edemiyorum. Bu dönemde “Gıdayı israf etmek” neredeyse cinayete eş değer…
Her şerde bir hayır var denir ya;
Tanıdığım pek çok arkadaşım artık ekmeğini, yoğurdunu kendisi yapıyor. Bu dönemde bildiğimiz, ama unuttuklarımızı yeniden hatırlamaya başladık.
Dahası da var. Okumayı da unutmuştu pek çoğumuz. Yoğun iş yaşamları nedeniyle satın alıp da, kütüphanelerinde bekleyen kitapları okunmaya başladılar. Belki pek çoğu hayatlarında okumadıkları kadar çok kitap okudular. Kimilerimiz uzun zamandır yanına yaklaşmadıkları tuvallerini, boyalarını çıkarıp, resim yapmaya başladılar. Kimilerinin içinden bir aşçı ruhu çıktı, muhteşem yemekler, kekler, tatlılar yaptılar. Kimisi evin ücra bir köşesine terk ettiği dikiş makinesini temizleyip, yağlayıp tekrar dikiş dikmeye, makinesi olmayanlar bile elde maske üretmeye, şişlerini, yünlerini çıkarıp örgü örüp, nakış yapmaya başladı. Birbirlerine örnekler, ekmek ve yemek tarifleri vermeye, sağlıklı ve katkısız gıdalar için bahçelerinde, balkonlarında sebze ve yetiştirmeye başladılar.
Zor günde birlik olmanın ve yardımlaşmanın ne denli önemli olduğunu, dışarı çıkamayan komşusunun ihtiyaçlarını karşılamanın değerini, yıllarca kazanmak için peşinden koşulan paranın bazı durumlarda ne kadar kifayetsiz kalabileceğini hatırladılar…
Sağlıklı uykunun, egzersizin, bir yudum temiz oksijenin değerini anladılar…
Hastalığı birbirlerine taşımamak için anneler, babalar, evlatlar birbirlerinden uzak kaldılar. Özlem duygusu yerini koruma, gözetme duygusuna bıraktı.
Yani kısaca unuttuğumuz değerleri hatırladık yeniden…
En önemlisi ailenin, dostluğun, arkadaşlığın, sevginin, sarılmanın, birbirimize ayırmadığımız zamanların ne denli kıymetli olduğunu…
Evet… Efesli Herakleitos’un dediği gibi belki “Her şey akar, her şey devinir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz.” ama kim bilir bu günlerde yaşadıklarımızdan hatırladığımız değerli duygular ve davranışlar bizim de hücrelerimize tekrar yerleşir.
Belki biz de bir gün bu günleri torunlarımıza eski bir zaman masalı anlatır gibi anlatırız. Kimbilir…