Güneş En Son Oradan Batar

Sarışın mavi gözlü, yaman bir delikanlıdır Ege…
İlk ismi Arhipelagustur. Çapkınlığı ile ünlü tanrılar arasındadır. 3.000’e yakın çocuğu olduğu söylenir. Bazılarını ada, bazılarını adacıklar haline getirerek vücudunun her yerine ben şeklinde serpmiştir. Fakat sonunda bütün çapkınlar gibi gönlünü esmer güzel bir bakireye kaptırır. Karadeniz’dir kızın adı…
Aşkını zephyrus rüzgârı ile yollar Karadeniz’e. Karadeniz de ilgisiz kalmaz böyle bir gence. Rüzgarlar tanrısına yalvarır, poyraz rüzgârı ile yollasın aşkını Ege’ye diye. Ege bütün akıntılarını, Trakya sahillerine yollar. Akıntılar, yılanlar gibi sahilleri kemirir, açar.
Ege’nin iki kızı Imbros ve Samothraki yardımcı olur bu mücadeleye. Karadeniz hiç durur mu? Koca koca dalgalarını yollar güney sahillerine. Sahilleri eritir, içine alır. Nihayet bir ilkbahar sabahı korkunç bir gürültü kopar, iki gencin aşk ateşi yeri yerinden oynatır, toprak ortadan yarılır, ikiye ayrılır, bir yol açılır. İki genç koşarlar birbirlerine deliler gibi, böylece büyük buluşma, özlem ve aşk dolu birleşme gerçekleşir. Birleşmenin sonunda bu aşkın en güzel meyvesi olan Propontis doğar. Ablaları Imbros ve Samothraki bebekle ilgilenir. İşte böyle geçer İmroz’un adı mitolojik hikâyelerde…
Adanın adı antik çağa kadar uzanıyor. Nereden geldiği ile ilgili pek çok varsayım var. Ancak bunların hiçbirinin doğruluğu ile ilgili kesin bir bilgi yok.
Filozof Favorinos’un eserlerinin birinde Imbros isimli bir ırmaktan söz ediliyor. Bu ismin de kuvvetli yağmur anlamına gelen Latince imber, Yunanca ombros kelimelerinden geldiği düşünülüyor. Bir başka varsayım ise adanın isminin vücudu beyaz, baş ve ayaklarında siyah lekeler bulunan, küçük, uzun ve ince kuyruklu, uzun yapağılı bir tür koyun türü olan imbros koyunundan geldiği ile ilgili. Ada yüzlerce yıl boyunca bu ad ile anılmış. 1970 yılında Gökçeada olarak değiştirilmiş. Ancak bu ad adanın Rum halkı tarafından hiçbir zaman benimsenmemiş…
Rumlar açısından, adanın ismi bir kimlik göstergesi olduğu veya Gökçeada isminin yaşadıkları “büyük bir travmanın” hatırlatıcısı olduğu düşünülüyor. Bu travma, İmroz’un, Lozan Antlaşması’yla Türkiye’ye tekrar dahil edilmesinin ve mübadelenin dışında bırakılmasından sonra başlamış. İmroz bulunduğu konum yüzünden, savaş döneminde hem Yunanistan’ın hem de İngiltere’nin karargahlarından birisi olarak kullanılmış. Savaş sonrasında, Lozan görüşmelerinde, Türkiye sınırlarına dahil olmuş, İstanbul ve Bozcaada ile birlikte mübadelenin dışında bırakılmıştır. Aslında bu, adanın Rum nüfusunun varlığının ve sürekliliğinin uluslararası boyutta korunması anlamına gelmekteymiş. Ancak çok zaman geçmeden başlayan farklı uygulamalar adada değişimlere sebep olmuş. Bunlar arasında eğitimde kullanılan Yunancanın koşullara bağlanarak sınırlandırılması, adada askeri birliğin kurulması, açık cezaevinin açılması, arazilerin kamulaştırılması ve adaya dışardan yerleşimcilerin taşınması sayılabilir. Türkiye ile Yunanistan arasında dönem dönem yaşanan gerginlikler (örneğin Kıbrıs meselesi) ada halkına yansımış, gündelik yaşam bu durumdan fazlasıyla etkilenmiş. Bu olaylar sonucunda da Rumların büyük bir kısmı başta Yunanistan olmak üzere yurtdışına göç etmişler.
***
Ege’nin küçük, ülkemizin en büyük adası İmroz, en batıda olması nedeniyle güneşin en son battığı, Rum nüfusu, kendi kendine yeten tarım, süngercilik, hayvancılığı ve ulaşılması zor olması nedeniyle bir zamanlar adeta kapalı bir dünyadır. Halkı yoksul olmasına rağmen çocuklarının eğitimine çok önem verir. Panayırları, ayinleri, özel günlerdeki buluşmalarıyla, adaya has kültür ve gelenekleriyle çok benzerlerinden oldukça farklı bir adadır.
Yaklaşık 500 sene Osmanlı idaresinde kalan ada, Lozan Antlaşması’yla “yerel katılıma dayalı özel bir yönetim şekli” oluşturulması hükmüyle Türkiye’ye bağlansa da bu hüküm hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmaz.
Orası artık, Azra Erhat’ın ünlü eseri “Mavi Yolculuk” kitabında anlattığı gibi, “İlkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular Adası” değil, Sevgi Soysal’ın “Yürümek” kitabında, “Dikenli tellerin dışı tenhaydı, boştu, özgürdü ama ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlüktü bu” sözleriyle ifade ettiği, eritme programı uygulanan, açık cezaevi, devlet üretme çiftliği, yatılı öğretmen okulu ve jandarma er eğitim taburunun yerleştirilmesiyle birlikte istimlakler, yerinden etmeler, tehdit, ve cinayetlere sahne olan, zorunlu iskân politikalarının uygulandığı bir operasyon sahası, yine Sevgi Soysal’ın söylemiyle, bir “yasak bölge” haline gelir…
***
Adada yerleşimin ne zaman başladığı belli değil, antik Imbros şehrinin de kimler tarafından kurulduğu bilinmiyor. Ancak Kastro yakınlarında kalıntıları bulunan kıyıda küçük bir körfeze bakan şehrin ilk yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Diğer önemli bir yerleşim bölgesi ise kıyıdan 5 kilometre içeride, günümüzde ilçe merkezinin bulunduğu tepe üzerindeki antik Panagia…
Bazı kaynaklara göre adada Imbros adlı bir şehir vardı ve orada yaşayanlara Imbrioi deniyordu. Adanın içinden geçen ve de şehirden çok da uzakta olmayan bir ırmağa ise Ilissos adı verilmişti.
Milâttan önce 500’de Atina’ya bağlanan ada bir yüzyıl kadar sonra Delos Birliği’ne bağlandı. Daha sonra Roma, ardından da Bizans hakimiyeti altına girdi. 1204 yılında Latin, daha sonra tekrar Bizans topraklarına katıldı. Bizanslılar, adanın stratejik konumu nedeniyle 1261’den sonra Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de ticarî faaliyetlerini arttıran ve bölgedeki pek çok adayı ele geçiren Ceneviz ve Venedikliler’e karşı adayı ellerinde tutmaya çalışırlarken, 1262 yı­lın­da Pa­la­eo­lo­gos Hanedanlığı ta­ra­fın­dan iş­gal edi­ldi ve 15. yüz­yı­lın or­ta­la­rı­na ka­dar on­lar ta­ra­fın­dan yö­netildi.
1453 yı­lın­da İs­tan­bul’un Os­man­lı­ İmparatorluğu ta­ra­fın­dan fet­he­dil­me­si ile Bi­zans güç­le­ri ada­yı ter­k e­de­rek ka­de­riy­le baş ­ba­şa bı­rakınca İmroz­lu de­le­ge­ler Fatih Sul­tan Meh­met ile gö­rüş­erek, adanın Os­man­lı ha­ki­mi­ye­tinde es­ki dü­ze­ni­ni sürdürmesini talep ediyorlar ve bu talepleri kabul görüyor.
Ada, Os­man­lı­ ile Ve­ne­dik­ ara­sın­da ge­çen sa­vaş­lar­la dö­nem dö­nem el de­ğiş­tiriyor. Kanuni Sul­tan Sü­ley­man za­ma­nın­da “va­kıf” ilan ediliyor. Bu sayede mal varlığı korunan ve arttırılan İmroz, Osmanlı hakimiyeti altında 20.yüzyıla kadar refah içinde yaşıyor. 1800’lü yılların ba­şın­da bir­çok Ege Ada­sı, Yu­na­nis­tan’a bı­ra­kıl­ma­sı­na rağ­men İmroz Os­man­lı topraklarında kalıyor.
1912 yılında, 1. Bal­kan Sa­va­şı sı­ra­sın­da ada Yu­na­nis­tan yönetimine geçiyor. Ancak 1913 tarihli Ati­na Ant­laş­ma­sı ile İmroz ve Boz­caa­da dı­şın­da­ki tüm Ege Ada­la­rı Yu­na­nis­tan’a ve­riliyor. Bu ara­da baş­la­yan Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı se­be­biy­le Yu­nan­lı­lar ada­da ka­la­rak, An­zak, İn­gi­liz ve Fran­sız güç­le­ri­nin ada­yı de­niz ve ha­va üs­sü ola­rak kul­lan­ma­la­rı­nı sağ­lıyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi; Lo­zan Ba­rış Ant­laş­ma­sı so­nu­cun­da 22 Ey­lül 1923 tarihinde Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti top­rak­la­rı­na ka­tıl­ıyor. Bu ta­rih her se­ne İmroz’un kur­tu­luş günü ola­rak kut­la­nı­yor.
***
İmroz ilçe merkezi dışında 10 köyden oluşuyor. Ancak hiç şehir yok…
Yerleşimler adanın kuzeydoğu ve güney batısında toplanmış durumda. Taş yapıları ve Arnavut kaldırımlı sokakları ile tipik Rum Köyleri’nin geçmişleri çok eski…
Türk Köyleri ise 1960’dan itibaren kurulmaya başlanmış olan iskân köyleri…
Öncelikle İmroz’un tipik Rum Köyleri’ne bakacak olursak;
Bunların isimleri; Kastro, Gliki, Panayia, Ayios Theodoros, Agridia ve Shinudi…
Kastro Köyü
Kayalık bir zemin üzerine kurulmuş olan, günümüzdeki adıyla Kaleköy’ün kuzey tarafı denize doğru uzanıyor. Her iki yanında küçük koylar var. Güneye doğru ise yavaş yavaş alçalıp ovaya kavuşuyor. Kale anlamına gelen Kastro adı daha önce sözünü ettiğimiz, antik şehirden, daha doğrusu bu şehirdeki akropolden geliyor. Burası kentsel sit alanı. Köyde yaşayan birkaç Rum dışında genellikle Doğu Anadolu’dan göçmüş aileler ve son yıllarda yerleşmiş şehirliler yaşıyor.
Neredeyse yarısı yıkılmış olsa da kalede hala birtakım sur ve kule kalıntıları görülebiliyor. Kalenin çevresinde antik yazıtlara, mermer mimari kalıntılara ve heykel parçalarına rastlanıyor. Ayrıca burada yaşayanlar su gereksinimlerini karşılamak üzere tepe üzerine “Roksades” isimli bir sarnıç yapmışlar. Bu sarnıcın kalıntıları da dikkatimizi çekiyor. Bazıları kaleyi “surlarla çevrili kasaba”, “küçük şehir” veya “piskoposluk merkezi” olarak adlandırıyorlar, zira gerçekten de öyleymiş. Sadece, o zamanlar piskoposluk merkezi kalenin içindeymiş, ancak geçen yüzyılın ortalarında kalenin dışına, güneye taşınmış.
Yukarıda bahsettiğimiz iki koydan doğudakine Kardamos deniliyor. Bu koya hava sakin olduğu zaman küçük gemiler yanaşabiliyorlar. Rüzgârlı havada ise sarp kayalıklar nedeniyle gemiler buraya giremiyorlar. Ancak batıdaki diğer koy daha düzgün ve demir atmaya elverişli. Burada zamanında bir de liman varmış. Bu limanın kalıntıları bugün bile görülebiliyor. Koy, adını limanın ağzındaki Agios Nikolaos Kilisesi’nden alıyor. Yakın zamana kadar neredeyse tamamen yıkık olan bu kilise yeniden inşa edilmiş. Ayrıca eski limanın da yeniden yapılması planlanıyor. Böylece burada ticaretin eskisi gibi tekrar canlanacağı düşünülüyor.
Kastro Köyü, yüksek ve kayalık bir yerde olması nedeniyle hiç suyu yokmuş. Kale terk edildikten sonra, köylüler sularını Kardamos koyunda bulunan bir kuyudan temin etmeye başlamışlar ama bu su hem tuzlu hem de pek kullanılacak gibi değilmiş. 1812 yılında İmroz metropolitlerinden Verialı (Karaferye) Nikiforos, Kastro’nun karşısındaki Ayios Athanasios dağından bol ve iyi bir cins su getirtmiş.
Kastro Köyü ticari işletmelerin sayısı açısından adanın en canlı köyü. Rengarenk boyanmış masa ve sandalyeli kafe ve restoranlarında Ege Denizi’nin o eşsiz güzellikteki manzarası eşliğinde keyifli vakit geçirmek ve deniz ürünü yemek mümkün. Ayrıca ihtişamlı manzarası olan bahçenin içindeki adanın tek sabun atölyesinden, meydandaki kayfeye, kayalar üzerine kurulu meyhaneden, el açması gözleme yiyebileceğiniz yerlere kadar çok fazla mekân var. Taştan yapılmış, küçük otellerin ise hepsi birbirinden güzel…
Kastro, yüksek konumu nedeniyle adada gün batımının seyredildiği en güzel noktalardan biri. Samothraki Adası ise tüm ihtişamıyla karşınızda…
Bu vadinin önemi, aynı zamanda dini törenlerin de merkezi olması. Burada varlığı bilinen Hermes Tapınağı’nın kalıntıları az da olsa görülebiliyor. Kalenin civarındaki evlerin duvarlarında ise eski taşların kullanıldığı da fark ediliyor…
Gliki Köyü
Köyün “tatlı” anlamına gelen bu ismi nereden aldığı belli değil. Günümüzde Bademli Köyü olarak anılmakta olup, Ayios Athanasios dağının batı yamacında yer alıyor. Köyün bulunduğu yer düz, aşağısı ise ovaya kadar sarp kayalık. Kastro’ya göre daha yüksek olup, çok daha geniş ve güzel bir manzarası var. Yazın ovadaki ekinler görünse de kışın aynı düzlüğün ortasından geçen ırmak taşınca aşağısı deniz gibi görünüyormuş.
Köyün karşısında uzanan dağlar adanın bu bölümüne bir amfi-tiyatro havası veriyor. Gliki’nin hem içinde hem dışında pek çok tatlı su kaynağı var. Bu sularla bahçeler, sebze ve meyvelikler sulanıyor. Yüksek konumundan dolayı adanın balkonu da deniyormuş burası için.
Bademli olan Türk ismini etrafını saran çok sayıda badem ağacından alıyor. Zamanında adanın en zengin köyü olarak, meyvecilik, süngercilik ve hayvancılıkla uğraşıyormuş köy halkı…
Bu küçücük köyün ara sokaklarında dolaşırken bir anda köy meydanına geliveriyorsunuz. Burada sizi köyün eski kahvehanesi karşılıyor. Üzerinde 1903 tarihli bir güneş saati bulunuyor. Son yıllara kadar kullanılan saat, binanın yanındaki dut ağacının büyümesi ve güneşi engellemesiyle işlevini kaybetmiş. Köyün kahvesi sabah erkenden açılıyor. Kahve dışında çeşitli tatlılar da oluyor. Rum bir aile tarafından açılan başka bir kafe daha var. Bir de tasarımlar yapan küçük bir dükkân var merkezde.
Köyde kışın sürekli kalan sadece birkaç kişiyken yazın Yunanistan ve İstanbul’dan gelenlerle sayı oldukça artıyor. Son yıllarda İstanbul’dan gelenler eski evleri satın alıp restore etmişler. O yüzden bu köyde kültür düzeyi de oldukça yüksek.
Köyde bir anıt çınar ağacı bulunuyor. Çınar ağacının yanında da çamaşırhane yer alıyor. Eskiden kadınların, çamaşır yıkadıktan sonra bu ağacın altında oturup, soluklandıklarını hayal edebiliyor insan…

Panayia Köyü
Bu köy adını, bugün harabe halinde olan Panayia Taksidiani adlı çok eski bir kiliseden alıyor. Burası İmroz’un merkezi ve ovaya kurulu olduğu için bütün köyler içinde en düz olanı. Özellikle ilkbahar ve yaz aylarında etrafındaki yeşil ovalar ve ovanın içindeki büyük ağaçlar çok güzel bir görünüm sunuyor.
Panayia’nın iki mahallesi daha var. Batıdaki mahallenin adı Evlambio ve Panayia’dan 10 dakika uzaklıkta. Güney tarafındaki mahalle ise Franci ve Panayia’dan bir su yatağıyla ayrılıyor.
1780’li yıllarda köyün ileri gelenlerinden Dimitri Kostoğlu, yaptırdığı büyük bir su kemeri sayesinde bir saatlik bir uzaklıktan Panayia’ya bol ve içimi tatlı bir su getirmiş. Ona özenenler sonradan öteki iki mahalleye de aynı şekilde su getirmişler.
Merkezde son yıllarda yapılmış çeşitli toplu konutlar bulunuyor. Kamu binaları, okullar, hastane, eczaneler, bankalar, PTT ve her türlü alışveriş dükkanları hep merkezde toplanmış durumda. Merkez, Kuzulimanı’na 7 kilometre uzaklıkta yani deniz kenarında değil. Ama adada en fazla otel ve restoran bulunan yer burası.
Yazın plajlara ve köylere minübüsler buradan kalkıyor. Pazar günleri belediyenin yanındaki otopark alana açık pazar kuruluyor. Adalıların kendi ürettikleri sebze-meyveler, salça, zeytinyağı, pekmez, sabun, kekik gibi doğal ürünler satılıyor bu pazarda…
Eski hamamın olduğu binaya açılan Kent Müzesi adada mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Merkezin son yıllarda trafiğe kapanan sokağı eski ada evlerinin ve dükkanlarının görülebildiği bir sokak.
Merkezde İmroz’a özel balomeni kremi ve efibadem kurabiyesini bulabileceğiniz büyükçe bir dükkân var. Her iki ürünün de yaratılış hikâyeleri var ancak onları sizlere başka bir yazımda aktarmak isterim.
Biz de İmroz’a gittiğimizde Panayia’da o zaman yeni açılmış, köyün adını taşıyan bir otelde çok memnun olarak kaldık. Otelin giriş kapısının önündeki yuvarlak masada mehtaplı bir gecede İmroz’un o üşütmeden esen rüzgarının serinliğinde içtiğimiz, adanın üzümleriyle yapılmış şarabın tadını ise hala damağımda hissediyorum. Otelin iki kardeş sahipleri ile kısa sürede ahbap olduğumuz gibi onların adada yaşayan arkadaşlarıyla da tanışma fırsatımız oldu. Bunlardan biri ise çok Sevgili Neslihan… Bir gün sonra o ve arkadaşı ile Shinudi Köyü’nde geçirdiğimiz gün batımından ise o köyü anlatırken bahsetsem daha iyi olacak sanırım…
Agios Theodoros Köyü
Bu köy adını, ırmağın yakınlarındaki Agios Theodoros Kilisesi’nden almış. Bugün küçük bir kilise olan Agios Theodoros aslında çok eski bir kilisedir. Köy, adanın doğusunda, köylülerin Kastri dediği dağın eteklerinde bulunuyor. İnişli çıkışlı ve oldukça kayalık bir yerdir. Suyu boldur. Dağın etekleri ekilidir; bahçeler, meyve ağaçları ve bağlar vardır. İleride ise sulak ve yeşil bir ova uzanır.
Eski zamanlarda adanın en sosyal yerlerinden biri olan köy günümüzde de çok sayıdaki kafesiyle en çok ziyaret edilen köylerden. Son yıllarda Yunanistan’dan köylerine geri dönen Rumların açtığı kafelerle birlikte köyde hayat daha da canlanmış. Dibek kahvesi, sakızlı muhallebi, frappe kafelerin en baştaki ikramlarından. Çiçeklerle süslenmiş, renkli masa ve sandalyeli kafeler ara sokaklarda gözümüze çarpsa da daha ziyade köyün küçücük meydanında toplanmış durumda.
Yeni adından da anlaşılacağı gibi etrafı çok sayıda zeytin ağacıyla çevrili. Merkeze 3 km. uzaklıktaki köy de koruma altındaki köylerden biri. Adanın en eski kilisesi olan Agios Georgios Kilisesi bu köyde. Ortodoksların ruhani lideri olan 1.Bartholomeos 1940 yılında bu köyde doğmuş. 1991 yılında Patrik ilan edilen Bartholomeos, senede birkaç kez doğduğu evi ziyarete edermiş.
Agios Theodoros Köyü’nde kafeler dışında butik oteller ve tavernalar da var. Bunlardan biri gittiğim zaman tanıştığım burada yaşayan müzik öğretmeni ve İmroz Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Stelyo Berber. Buralı Rumların kültürel kimliğini koruma ve yaşatma konusunda önemli çalışmalar yapıyor. Berber, dedesinin 250 yıllık yel değirmenini restore ederek adanın kültürel mirasını yaşatma yolunda çok önemli bir adım atmış. Restoran olarak hizmet veren mekân, Rum müziklerini ve ailesinden miras kalan Rum yemeklerini ziyaretçilerle buluşturarak adanın geçmişten gelen zenginliğini ve kimliğini günümüzde yaşatmaya çalışıyor. Başarıyor da…

Agridia Köyü
Agridia, dağlık ve kayalık bir bölgede kurulu. Genelde yüksek noktalarda olan Rum Köylerinden en yüksekte olanı. Uçurumlarla çevrili olup, köyün içinden geçen küçük vadiler köyü üçe bölmüş. Her bölümün kendi çeşmesi var. Burada su bol ve kaliteli. Agridia adı agros kelimesinden geliyor ve küçük tarla anlamını taşıyor. Buradaki eski kiliseden taşınan ve yeni kilisenin girişinde kullanılan büyük mermer parçaları var. Anlaşılan eski kilise çok büyükmüş. Ayrıca burada kısa bir süre önce üzerinde defne dalından bir taç ve Ο ΔΗΜΟΣ yazılı bir mermer parçası daha bulunmuş.
Merkeze 11 km. uzaklıktaki köy, volkanik Aya Dimitri tepesinin yamacına kurulmuş. Manzarası, tahmin edeceğiniz üzere son derece etkileyici…
1964 yılına kadar Rumların yoğun bir şekilde yaşadığı köyde şimdi yaşayan Rumların sayısı oldukça az. O tarihten sonra neredeyse bir hayalet köye dönüşmüşken uzun yıllar yaşadığı İstanbul’dan doğduğu köye dönen Sevgili Barba Yorgo’nun girişimleriyle canlanmaya başlamış. Kendisi önce köy meydanında ufak bir Rum tavernasını işletmeye başlamış. Ürettiği ev şarapları İmroz’un ismiyle anılır olmuş. Sonra köyün girişinde çok daha büyük bir alana taşımış tavernasını. Ondan örnek alarak zaman içinde başka tavernalar da açılmış.
Onunla geçirdiğimiz bir öğleden sonra bize hikâyesini anlatırken kendi bağlarından elde ettiği üzümlerle yapılmış şaraplarından da ikram etti. Özellikle Ritini Şarabı benim son derece ilgimi çekti. Çam reçinesi ile tatlandırılmış olan şarabın aroması inanılmaz… Ayrılırken birkaç şişede hediye edince çok mutlu olduk….
İmroz’da son yıllarda köylerine geri dönen Rumlar çoğalmış. Köy kahvesi artık devamlı açık. Köyde Yunan kahvesi frappe içebileceğiniz yerler ile galaktobureko yani tatlı sütlü börek yiyebileceğiniz yerler de var.

Agridia Köyü, her yıl 15 Ağustos’ta gerçekleşen ünlü Meryem Ana Panayırı’na ev sahipliği yapan köy. Son yıllarda 10 günlük süreye yayılan kutlamalarda köy dolup taşıyor. Meydanda kurulan koca kazanlarda yemekler pişiriliyor, dans ediliyor, şarap içiliyor.

Köyde, 1832 tarihli Evangelismos Teotoku Kilisesi ve eski Rum mezarlığı var. Köyün yakınında İspilya diye anılan bir piknik alanı bulunuyor. Burada bir de anıt çınar ağacı ile memba suyu akan antik çeşmesi var. İnsanlar burada manzara eşliğinde piknik yapıyorlar.

Zamanında köyde 2 zeytinyağı ve sabun imalathanesi, 9 dokuma atölyesi, 3 kaşar peyniri imalathanesi, 4 marangoz atölyesi bulunuyormuş. Bu yapılardan geriye kalan bazı kalıntılar da görülebiliyor.

Shinudi Köyü

Shinudi, adanın en batı kısmında yer alan bir Rum Köyü. Bu köy de diğerleri gibi dağlık, yüksek bir yerde. Halakas, Vunari ve Agia Eleni adlı üç mahallesi var. Halakas, kuzeydeki üzerinde hiç ağaç olmayan, Madaros Dağı’nın eteklerinde, çakıl taşları (halikia) ile kaplı bir bölgede. Zaten ismi de buradan geliyor. Adını bulunduğu mevkiden alan Vunari (vuno yani dağ) ise Halakas’ın karşısında yer alır. Bu iki mahallenin arasında yemyeşil geniş bir ova uzanıyor. Agia Eleni ise bu iki mahallenin kuzeybatı tarafında yarım saatlik bir mesafede. İnişli çıkışlı bir bölgede olduğu için ulaşmak çok kolay değil. En iyi yanı Halakas gibi suyunun bol olması. İşte bu üç mahallenin ortak adı Shinudi. Ova çok sulak olduğu için sazlıklarla (shini) kaplı. Bu sebeple “Χωρίον εν τόπω Σχοινούντι” yani Sazlı Köy deniyor.

Stratejik konumu ve Pirgos Limanı sayesinde, geçmişte diğer köylere göre ekonomik ve sosyal açıdan daha fazla gelişim göstermiş. Zamanında 1950 hane ile adanın hatta Türkiye’nin en büyük ve kalabalık köyüymüş. İçerisinde 22 kahve, 2 sinema, çok sayıda berber, bakkal, terzi gibi dükkanlar ve 3 zeytinyağı imalathanesi bulunurmuş.

Merkeze 14 km. uzaklıkta, karşılıklı iki tepenin, Halakasi ve Madrabodus Tepeleri yamacında kurulan köyün iki mahallesinin ortasından yol geçiyor. Piri Reis’in 16.yüzyılda adada bahsettiği iki yerleşim yerinden de biri…

Günümüzde köyde yaz-kış yaşam sürüyor. Nüfusun yarısını Rumlar yarısını güneydoğu’dan yerleşen Türkler oluşturuyor. Ama yazın eski ev sahiplerinin köylerini ziyarete gelmesiyle köy daha da canlanıyor.

Köyde ibadete açık iki kilise bulunuyor. Köyün girişindeki Hagia Marina Kilisesi ve çarşıdaki Koimesis Tis Theotokos Kilisesi. İkisi de 1800’lü yılların başında inşa edilmiş. Köye merkezden gelirken solda kalan kısmında, kilisenin bulunduğu meydan, eskiden çarşı meydanıymış. Adanın en büyük çamaşırhanesi hala burada ve ziyaret edilebilir.

Köyde birkaç tane konaklama yeri, oğlak tandır yenilebilen bir kır restoranı ve restore edilen eski bir Rum evinin bahçesine de bir kafe bulunuyor.

Dereköy eskiden hayat dolu bir yerken, şu anda harap evlerden oluşan hayalet bir köy. Çoğu evden geriye sadece dört duvar kalmış. Eskiden faal olan zeytin, şarap fabrikaları kapanmış. Köyde sadece rüzgârın sesi duyuluyor. Köye dönüşler var ama çok yetersiz, üstelik çoğu ev ya istimlak edilmiş ya yağmaya uğramış. Burada eskiden yaşamış olanların bazıları miras durumunu bile kaybetmiş. Böyle olunca da geri dönüşler yetersiz kalıyor ama umutları yeşerten biri olmuş; Dereköylü Nikos…

Nikos, İmroz’un geçmişine tanıklık eden yaşlı bir köylü. Çocukluk ve gençliğinin Shinudi’sini anlatırken, uzun yıllar Türkiye’nin en büyük ve kalabalık köyü olduğuna dikkat çekiyor. Nikos’un ifadesine göre, toprakları ve evleri 3-5 yumurta parasına ellerinden alınmış. 1941 doğumlu olan Nikos, 36 yıl önce Avustralya’dan adaya dönüş yapmış.

Köyüne döndüğünde, harap evlerle karşılaşan Nikos, başta çaresizlik hissetmiş. Ancak, umutsuzluğa kapılmak yerine, elinden ne gelirse yapmaya karar vermiş. Hem adalılar hem de yeni gelenler için bir cesaret kaynağı olmuş. Bu doğrultuda halkını bira araya getirmek içim çalışmalar yapmış.

Adanın en eski yerleşim yerleri olan bu Rum köyleri çok etkileyici yerler. Ara sokaklarında dolaşırken bir zaman tünelinde hissediyorsunuz kendinizi…

Ayrıca İmroz, 2011 yılı haziran ayında almış olduğu Cittaslow unvanı ile dünyanın ilk ve tek sakin adası olmuş.

Yazımı sonlandırırken, Shinudi Köyü’nde yıkık dökük bir evin bahçesinde geçirdiğimiz çok güzel bir akşamüstünden söz etmeden geçemeyeceğim.

Bir gün önce otelin lobisinde tanıştığımız Neslihan, arkadaşı, eşim ve ben, İmroz’un o lezzetli üzümleriyle yapılmış şarapları eşliğinde günü batırırken, atalarının köyü Shinudi’ye Atina’dan gelip, bundan sonraki hayatlarını burada geçirmeye niyetlenerek köyü tekrar canlandırmak için çabalayan Yorgolar, Dimitriler de bize eşlik etmek için de kısa molalar veriyorlardı…

Keşke hiç gitmeselerdi, keşke o köyler eski hallerinde kalabilseydi… Ne olurdu sanki…

Bunlar da hoşunuza gidebilir...