Hangimiz Göçmen Değiliz Ki?

Çocukluk ve gençlik yıllarımda bana “Nerelisin?” diye sorulduğunda, “İzmirliyim” deyince, onlar da bana “Peki İzmir’e nereden gelmişsiniz?” diye sorarlardı. Ben de ısrarla “İzmirliyim, zira dedemin babası da İzmir’deymiş. Ondan öncesini ise bilmiyorum. İzmirli olabilmek için ne kadar süredir buralarda yaşamış olmak gerekiyor?” diyerek kızardım.

Zira halam ile babam, “ondan öncesi” konusunda pek anlaşamazlardı. Halam dedelerinin köklerinin Tunus’a dayandığını söylese de, babam bu tezi kabul etmez, “Evet bir dönem dedemin ailesi Tunus’ta görevli olarak bulunmuş. Çünkü Tunus o zaman bir Osmanlı toprağıymış. Dedem de bir gemi kaptanı olunca Tunus’a çok sık sefer yapmış” derdi.

Babaannemin ailesinin ise Kayseri’den Manisa’ya, oradan da İzmir’e göç ettiklerini biliyoruz. İlk göçün nedeni hiç konuşulmamış olsa da, ikincininki çok acıklı…

Babaannem, kardeşi Mehmet Gediz Nehri’nde boğulunca, Sarıgöl’deki çiftliklerini (Ahmetağa Çiftliği) olduğu gibi kahyaya bırakarak Manisa’ya göç edişlerini, evlat acısına dayanamayan babasının ani ölümü üzerine, annesiyle İzmir’deki akrabalarının yanına geliş hikayelerini anlatırken gözlerindeki yaşları tutmakta çok zorlanırdı.

Annemin dedesi ise üvey anne zulmünden kurtulmak için çocuk yaşta Muğla’dan Fethiye’ye kaçmış ve bir daha geri dönmemiş. Tapu muhafızı olan dedemin ise pek çok tayin sonrası İzmir’e göçü ise tamamen görev icabı. Anneannem ile Fethiye’de tanışarak evlenmeleri ise bir göç hikayesinin parçası…

Müstantik (*) büyük dede Isparta’dan Fethiye’ye tayin olunca, önce İzmir’e oradan da Fethiye’ye deniz yoluyla gelmişler. Limanda gemiden inerken, tesadüfen oradan geçmekte olan dedemle anneannem birbirlerini görünce, ilk görüşte aşık olmuşlar ve kısa bir süre içinde evlenmişler.

Yani ben bu hikayeleri dinledikçe, anladım ki göçmen olmak sadece bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmek değil, nedeni ne olursa olsun yer değiştirmekmiş. Bu kapsamda baktığımda gördüm ki, benim ailemin geçmişinde de göç hikayeleri var ve ben de pek çokları gibi “Bir göçmen çocuğuyum…”

Şimdilerde bana yine “Nerelisin?” diye sorulduğunda hala “İzmirliyim” diyorum ama “Nereden gelmişsiniz?” denince ise artık kızmıyorum.

İşte… Öyle ya da böyle hayatımızın içinde göç var ve kaçınılmaz…

Zira yüzyıllar boyunca insanoğlu zorunlu ya da gönüllü olmak üzere pek çok değişik nedenlerle yaşadığı yerden ayrılmak durumunda kalmış. Bu, bireysel olabildiği gibi kimi zaman da toplu olarak gerçekleşmiş. Adına “Göç” denilen bu ayrılık, göçmenlerin kimliklerini koruma çabalarına rağmen zaman içinde inanç, duygu ve düşüncelerin değişim ve dönüşümü için zemin olmuş.

Tarihte doğu ile batı arasındaki önemli bir geçiş güzergahı olan Anadolu’nun ev sahipliği yaptığı medeniyetler için göçün en önemli nedenleri doğa olayları, afetler, kıtlık iken, günümüzde ise daha çok ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel…

Türkler de tarih boyunca Orta Asya’dan başlayarak, dünyanın pek çok bölgesine göç etmişler. Gittikleri yerlere medeniyet götürmüş, devlet kurmuş ve etraflarına da bu medeniyeti taşımış. Türk göçlerinin ana nedenleri fethetmek gibi görünse de, bazen de kuraklık, açlık, düşman istilasından korunma gibi pek çok unsura dayanmış.

Balkanlar’a doğru yayılarak büyüyen Osmanlı Devleti, Anadolu’dan getirdiği Türk halkını fethettiği topraklara yerleştirerek, yerli halk ile kaynaştırmış ve hoşgörülü bir yönetim anlayışını benimsemiş. Ancak Türkler’in Balkanlar’dan geri dönüşleri bu şekilde olmamış.

Osmanlı Dönemi’nde “Müslümanlar”ın, Cumhuriyet Dönemi’nde ise “Türk soyundan olan ya da Türk kültürüne bağlı bulunanların” zorunlu göçlerinin başlıca nedenleri; savaş, soykırım, ayrımcılık, dini baskı, sürgün ve asimilasyon, yani cana, mala, dini ve milli değerlere yapılan saldırılar…

Bu kapsamda, Anadolu’ya ilk göç hareketi Kırım’ın kaybıyla başlar. “93 Harbi” denen, 1877 – 78 Osmanlı – Rus savaşıyla yoğun bir şekilde devam eder. Rusya’nın Balkanlar’da ve Kafkaslar’daki Türk ve Müslüman halkın yaşadığı Osmanlı topraklarını işgal etmesi ile Anadolu’ya doğru kitleler halinde göç başlar.

Anadolu’ya ikinci ve en önemli göç dalgası 1912-13 Balkan Savaşları sonrasında yaşanır. Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen mülteciler Anadolu’ya iskan edilirler. Gelen bu mültecilerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılanması için devletin imkanları kullanıldığı gibi Anadolu halkı da bu insanlara kucak açar.

1923 yılında ise, Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak yapılan “Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi sözleşmesi” ile Türkiye’de yaşayan Ortodoks Hristiyan Rumlar ile Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türkler zorunlu bir göçe tabi tutulur.

Balkanlar’dan Anadolu’ya bundan sonra da göçler devam eder. “Yugoslavya’dan Türkiye’ye göçler” ise yakın tarihin en önemli göçleri…

1938 yılına gelindiğinde, Yugoslavya ile Türkiye arasında imzalanan “Göçmen Anlaşması” iki ülke arasındaki göç planını şekillendirir. Ancak anlaşmadan kısa bir süre sonra Atatürk’ün vefatını takiben II. Dünya Savaşı’nın başlaması anlaşmanın uygulanamadan askıya alınmasına neden olur.

1952 senesinde iki ülke arasında Zagreb’de yapılan bir toplantıda 1938 antlaşması yeniden ele alınır. Bu süreçte imzalanan “Türk – Yugoslav Centilmenlik Antlaşması” ile göç konusunda mutabakata varılır. Yazılı bir belgeye dayanmayan bu mutabakata göre Yugoslavya topraklarında yaşayan “Slav olmayan” Müslüman nüfus Türkiye’ye göç edecektir. Anlaşmanın uygulamaya konulması zaman alsa da, 1953 – 1967 yılları arasında Yugoslavya’dan Türkiye’ye çok büyük bir kitlesel göç hareketi olur.

Elbette göçler bununla da bitmez. Ondan sonraki yıllarda da yazımda bahsettiğim nedenlerden dolayı pek çok insan yerlerinden olur. Bu durum günümüzde de hala devam ettiği gibi gelecekte de devam edecektir.

O zaman şunu kabul etmeliyiz ki, hiç birimizin doğduğumuz ve büyüdüğümüz topraklarda hayatımızı sürdürme konusunda bir garantisi yok…

Bana göre ise; nerede doğduğundan çok, nerede yaşadığın, kendini nereye ait hissettiğin ve yaşadığın yere değer katıp katmadığın çok daha önemli…

Size göre hangimiz göçmen değiliz ki? Ne dersiniz?

(*) Sorgu hakimi