Naşide

“Biliyor musun tam oturduğun yerde yıllar önce dünyanın en büyük tiyatrolarından biri varmış. İnsanlar bir yandan sahnedeki oyunu seyrederken bir yandan da sahnenin arkasındaki o güzel kıyıyı hayal ederlermiş.” diyen ses ile irkildim.
O sırada, Ziynet teyzelerin bahçe duvarından bacaklarımı sallandırmış, körfezin masmavi sularının ötesine, dağ ile denizin birleştiği, uzun eteğin kenarına dikilmiş danteli andıran karşı kıyıyı seyrederken, anneannemin “Karşı kıyıdaki dağın zirvesinde, yemyeşil söğüt ağaçlarının arasında, ördeklerin yüzdüğü küçük, şirin bir göl var. Rivayete göre Tanrılar kendilerini küçük gören Tantalos adlı kralı sonsuza kadar açlık ve susuzluğa mahkum ettikten sonra yemyeşil Spil dağının yarıklarından birine atmışlar. Kral orada çok acılar çekmiş. İşte o yarık daha sonra göle dönüşmüş. Adı da zamanla Karagöl olmuş. İzmir’e gelen ilk insanlar Bayraklı’ya geçmeden önce orada yaşamışlar.” sözlerinin masal mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünüyordum.
Arkamı döndüğümde boncuk gibi gözleri ile karşılaştım. İnce, uzun ve oldukça esmerdi. Onu daha önce hiç görmemiştim. Bakışları o kadar sıcak ve içtendi ki; içim bir anda ısınıverdi. Ama “Atıyorsun” demekten de kendimi alamadım.
“Vallahi atmıyorum. Gel bak sana göstereyim.” diyerek elimden tuttuğu gibi oturduğum duvardan çekip aldı. İtiraz bile edemedim. Ama bir yandan da içimde korku vardı. Üstelik, hava kararmaya başlamıştı. Yan evin bodrum kapısının önünde durdu. “Korkmazsan sana bodrumda göstereceklerim var.” dedi. “Korkmam” diyerek ardından gittim. Adının Ahmet olduğunu daha sonra öğreneceğim, tanımadığım bir çocukla o karanlık bodruma girmeye nasıl cesaret ettiğimi bu gün bile düşündüğümde hala içimde bir ürperme hissederim. Sanırım daha o anda ona güvenmiştim.
Bir eliyle gaz lambasını, diğer eliyle de benim elimi tutuyordu. Heyecanlanmıştım ama belli etmemeye çalışıyordum. Bir kaç adım sonra birden durup, lambayı yere koyup, elimi bıraktı ve iki eliyle toprağı okşarcasına temizlemeye başladı. Göstereceği şeyi çok merak ediyordum.
Önce gözleri, sonra burnu ve ağzını daha sonra da saçlarını gördüm. Mozaikten yapılmış kız başının tamamı ortaya çıktığında şaşkınlık içindeydim. Gözleri ışıldayarak bana baktı. “Daha dikkatli bak. Tanıdık gelmiyor mu sana?” diye sorarken “Bu ben miyim?” diye düşünüyordum. Aynı anda annemin beni çağıran sesini duydum. Hızlıca çıkmaya çalışırken elimi tuttu. “Bir daha buluşmalıyız. Daha göstereceklerim var.” derken yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. Yüzüm alev alev yanıyordu. Çok utanmıştım. Kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi atmasına da engel olamıyordum. O öpücüğün bana yaşattığı duyguyu bu gün bile aynen hissederim. “Tamam buluşalım.” diyene kadar elimi bırakmadı. Koşa koşa bodrumdan çıkarken, son duyduğum “Seni yarın öğlen burada bekleyeceğim.” sözü oldu
Annemi Ziynet teyzelerin kapısının önünde beklerken buldum. “Naşide nereye kayboldun sen? Çok merak ettim. Bakmadık yer bırakmadım.” diye sinirli bir sesle sordu. “Sıkıldım. Biraz dolaştım. Fazla uzaklaşmışım. Seslendiğini duymadım.” diyerek yanında yürümeye başladım. Fazla üstelemedi ama yokuş aşağıya inerken “Bir daha olmasın.” diye de ekledi. Zorunlu olarak “Peki anneciğim” demiştim ama Ahmet’e verdiğim sözü nasıl tutacağımı da düşünmekten kendimi alamıyordum. Kendime benzettiğim mozaik kız başından çok etkilenmiştim. Ahmet’in dedikleri doğru olabilirdi ve ben anlatacaklarını çok merak ediyordum.
Namazgah’taki evimizin kapısına geldiğimizde başımı yukarıya kaldırıp Ziynet teyzelerin Tamaşalık’taki evine ne kadar uzakta olduğumuzu kestirmeye çalışıyordum. “Beni hayatta yalnız başıma oralara göndermez.” diye düşünürken annemin “Naşide, kızım yarın Ziynet teyzenlere kuruttuğumuz bamyalardan götüreceksin. Biliyorsun yakında bayramları başlıyor. Onunkiler az kalmış. Her yıl mutlaka çorbasını yapar. Ben sana veririm dedim. Ama biliyorsun teyzenler geliyor. Benim götürmem imkansız.” dediğini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Annem, “Zaten üç ay göremeyeceğim arkadaşımı. Yine yazlık iş için Aydın’a gidecekler. Ne yapsınlar geçim derdi işte.” derken içimdeki sevinci farkedememişti.
Ziynet teyze annem küçükken yanlarında çalışan Arap Safiye teyzenin kızı. Araları iki gün olduğu için birlikte büyümüşler. Hatta kan kardeşi bile olmuşlar. Evlenene kadar bir günleri bile ayrı geçmediği için birbirlerine çok düşkündüler. Ben de onu gerçek teyzem gibi sever ama tenlerinin neden koyu renk olduğunu bir türlü anlayamaz, çocukaklımla “güneşte çok kalmışlar” herhalde diye düşünürdüm. Ziynet teyze evlendikten sonra Tamaşalık’a taşınınca her gün olmasa bile gün aşırı görüşmeye devam etmişler. Annem de evlendikten sonra görüşmeleri biraz daha seyrekleşse de hiç bir zaman kopmamışlar. Ama onların mahallesinde yaşayanların tamamına yakını, her yıl Mayıs ayında, dana bayramını da kutladıktan sonra civar ilçelerde tarım işlerinde çalışmak üzere şehirden ayrılıp, sonbaharda döndükleri için annem yaz ayları boyunca arkadaşını çok özler, dönüşlerini dört gözle beklerdi.
Büyük olasılıkla Ahmet’in ailesi de gidecekti. Ama şimdi bunları düşünmek istemiyor, ertesi günün hayalini kuruyordum. Bütün gece heyecandan uyuyamadım.
Ertesi gün, öğle saatlerinde Ahmet ile buluşmaya vakit kalsın diye dimdik yokuştan elimde bamyalarla kısa zamanda bir solukta çıkıverdim. Kapıyı açan Safiye teyze benim nefes nefese kaldığımı görünce içeri girip soluklanmamı teklif etse de dönmem gerektiğini söyleyerek ayrıldım.
Sokağın köşesinde bekleyen Ahmet geldiğimi görünce bana yöneldi. Gülümsemesi çok hoştu. Siyah teninin tersine bembeyaz dişleri çok uzaktan farkediliyordu. Bir taşın üzerine oturduk. “Buraya neden Tamaşalık diyorlar biliyor musun?” diye konuşmaya başladı. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Devam etti. “Aslında Temaşalık yani seyretmekten geliyor. Burası körfezin, karşı kıyının hatta İzmir’in en güzel göründüğü yer. İnsanlar buradan şehri seyrettikleri için adı böyle kalmış. Söylene söylene de Tamaşalık’a dönüşmüş. Bir de dün söylediğim gibi daha da eskilerde burada bir tiyatro varmış. Depremlerde yıkılmış. Sonra da üzerine evler yapılınca çok az kalıntı kalmış. Sana onları da göstereceğim.” derken “Peki bana benzeyen o kız kim? diye sorduğumda “Anlatacağım acele etme” diyerek devam etti. “Rivayete göre silahlarını rahatça taşımak ve kullanmak amacıyla sağ göğüslerini kestirmiş savaşçı Amazon kadınlar İzmir’e gelip şu an bulunduğumuz yerden aşağıya, Melez çayına doğru ilerleyerek şehri ele geçirmişler ve buraya kraliçeleri olan Smyrna’nın adını vermişler. Sana gösterdiğim kız başı da büyük ihtimal senin büyük büyük ninen. Benzerlik bir rastlantı ama bence sen de onun gibi savaşçı bir ruh taşıyorsun içinde.” diye gülerek devam etti.
“Nereden biliyorsun bunu?”
“Çünkü sen de bu topraklarda doğup büyüdün. Buraların suyunu içtin, havasını soludun, buralarda yetişen meyve sebzeleri yedin. Onlar gibi olmaman imkansız.” derken elimi tuttu ve “Seni uzun zamandır izliyorum. Yaklaşabilmek için cesaretimi toplayabilmem uzun sürdü ama sonunda başardım. Gördüğüm kadarıyla sen de benden az da olsa hoşlandın. Ne olur beni reddetme.” derken ben de onu ne kadar beğendiğimi düşünüyordum.
“Bana hep böyle güzel hikayeler anlatmaya söz verirsen ama.” diyerek gülümsediğimde çok mutlu olmuştu. Ayağa kalkıp havaya zıpladı ve “Söz veriyorum, sana anlatacaklarım hiç bir zaman bitmeyecek.” diyerek tekrar elimi tuttu ve beni evimizin yakınlarında bir köşeye kadar getirdi. Biraz tedirgin olsam da içimdeki heyecan ve mutluluk bunu bastırıyordu.
Sonraki günlerde sürekli görüştük. Ben her defasında anneme farklı bir yalan söyleyerek evden çıkıyor, dönüşümde de geç kaldığım için mutlaka azar işitiyordum. Ama benim için sorun değildi, Ahmet’le çok mutluydum. Söz verdiği gibi bana o kadar çok şey anlattı ki onunla beraberken bambaşka dünyalara yolculuk yaptım.
Bir gün “Biliyorsun iki gün sonra dana bayramı başlıyor. Ailecek gelirsiniz değil mi? Yarın dana geliyor. Ertesi gün gezdirilmeye başlanacak. Çok eğleneceğiz bu yıl.” derken “Hadi bana dana bayramının hikayesini de anlat” diyorum.
“Büyüklerimden dinlediğime göre Afrika’dan köle olarak getirilen insanların yılda bir kez bir araya geldikleri bir günmüş. O gün tüm köleler bir meydanda toplanırlarmış. Ortada bir dana olurmuş ama kesilmezmiş. İnsanlar ailesinden kaybettiklerini bulabilme umuduyla gelirlermiş meydana. Pek çoğu bu bayram sayesinde birbirlerine kavuşmuş. Dana, Afrika’daki inanca göre hem kutsal hem de maddi açıdan değerli bir hayvan. Ailelerin zenginliği sahip oldukları dana sayısına göre belirlenirmiş. Dananın kutsal sayılmasının nedeni ise yılda bir kez yapılan bu bayram sayesinde bütün yıl boyunca kötü ruhların getireceği hastalık ve kötülüklerden korunacaklarına inanmaları imiş. Ama biz daha çok bu gün kesilen dana ve mahalle halkının pişirdiği yemekler ile açların doymasını, toplanan giysiler ile giyinmelerini sağlıyoruz. Yaza da merhaba diyoruz. Buradan herkes çok mutlu ayrılıyor. O gün biz de çok mutlu olacağız.” derken gözbebeklerinde neden biriktiğini anlayamadığım yaşları saklamaya çalışıyordu.
Benim için unutulmaz bir şölen oldu o günler. Sonraki dört hafta boyunca dana, mahalle mahalle dolaştırılarak erzaklar toplandı. Cuma’ya gelen dördüncü gün ise boynuzlarına pullu yemeniler, gelin telleri, mendiller bağlanmış dananın yanında ellerinde kocaman tefler, kırmızılı, sarılı, yeşilli elbiseleri, boyunlarında ve kulaklarında koca koca takılar, başlarında renkli güller ile mahalle sakinlerinin, bu gün bile “Dana meydanı” olarak anılan büyük meydana gelişleri ile tören başladı. Çevredeki evlerin bahçelerinden alınan rengarenk sardunya saksıları ile çevrelenmiş tören alanında bal kabağından yapılmış bodengosunu çalmak üzere tilki kuyruğu şapkalı “kabakçı arap” denilen biri geldi. Herkes yerini aldıktan sonra allı pullu, rengarenk giysili, tüylü şapkalı “Godya” törenle danayı kesti, Yardımcıları da etleri parçalayarak meydanın tam ortasına kurulmuş kazana pişmesi için attılar. Bu işler bittikten sonra eğlence başladı. O sıralar Ahmet gözden kaybolmuştu. Ben de annemlerin yanından ayrılamıyorum. O sırada bodengo sustu ve davul sesinin ardından zurna çalmaya başlarken, gözüm meydanın karşı tarafındaki kalabalığın arasından çıkan bir grup gence takıldı. Başlarında Ahmet vardı.
“Hadi ülen de! Bu dağlarda geyik kalmadı. Sen oyna Koca Arap da, senden başka yiğit kalmadı.” diyerek müthiş bir zeybek gösterisi yapmaya başladılar. Ahmet’in bu kadar güzel zeybek oynadığını bilmiyordum. Herkes o kadar etkilendi ki, alkışlar susmak bilmedi. Dananın piştiği haberi geldiğinde de kenara dizilmiş masalar ortaya çekilerek sofralar kuruldu. Sofrada neredeyse yok yok. Bamya çorbasından arap kızı tatlısına kadar her şey var. Yemekler yenildikten sonra şenlikler gece yarısına kadar sürdü.
Dikkatlerin eğlenceye odaklandığı bir anda Ahmet’in bana işaret ettiğini gördüm. Tuvalete gitme bahanesiyle annemlerin yanından ayrılıp, ağaçların arkasında bekleyen Ahmet’in yanına gittim. Birbirimize sarıldığımızı kimse görmedi.
“Naşidem, yarın gidiyoruz, bir süre ayrı kalacağız. Ama sonbaharda burada olacağım. Önümüzdeki yıl okulum bitiyor. Biter bitmez devamlı bir iş bulup çalışmaya başlayacağım. Bir daha da yazın tarlada çalışmaya gitmeyeceğim. Ondan sonra hep birlikte olacağız. Bekleyeceksin değil mi?” sorusuna tüm kalbimle “Evet” yanıtı verirken, aklımda hep Ahmet’in “Sen de onun gibi savaşçı bir ruh taşıyorsun içinde” sözlerini anımsıyordum.
Sonraki üç ay benim için oldukça sıkıntılı geçti. Bir yandan özlem, diğer yandan annemin “Bilmem kimlerin oğlu varmış. Seni görmüş. Pek beğenmiş. Görmeye gelecekler.” sözlerine karşı çıkmaya çalışıp, annemi üzmeden oyalamaya çalışıyordum.
Koca bir yaz böyle geçti. Sonbahar yarılandığı halde Ahmetlerin dönmemiş olmasından huzursuzluk duyar hale gelmiştim. Ülkemiz işgal altındaydı. Kurtuluş mücadelesi sürüyordu.
Kimseye soramamanın sıkıntısı bir yana, merakım bir yana derken aradan üç yıl geçti. Bu zaman içinde Ahmet’ten hiç haber alamadım. Yaşayıp yaşamadığını bile bilemiyordum.
Bir gün, yine Ziynet teyzelere giderken birden yokuşun başında Ahmet’i gördüm. Koşarak yanına gittim ve birbirimize sıkıca sarıldık. Ahmet biraz mahçup, biraz üzgün yaşadıklarını anlattı: “Biz gider gitmez, Aydın ve çevresi de işgal edildi. Bir zaman esir tutulduk. Sonra serbest kalınca, annem ve kardeşlerimi güvenli bir yere bırakıp, babamla birlikte önce kuvvacılara ardından orduya katıldık. O cephe senin bu cephe benim dolaşırken aklımda hep sen vardın. Sağ salim yanına dönebilmek için çok dua ettim. Sana haber gönderememenin üzüntüsü beni mahvetti. Beni bekleyip beklemediğini bile bilmiyordum. Hala da bilmiyorum.”

“Bekledim Ahmedim” dememle bana sıkıca sarılıp, “Naşidem bu çektiğimiz sıkıntıların hepsini unutturacağım sana söz veriyorum.” dedi. Ama sonraki günler de çok sıkıntılı geçti. Ailem teni siyah biriyle evlenmemi asla istemiyordu. Ben bu sevdadan vazgeçmedikçe beni kapıdan bile çıkarmıyor, hatta şehir dışındaki yakınlarımızın yanına göndermek istiyorlardı.
Böylece bir yıl daha geçti. Kurtuluş savaşı bitip de, ülkemiz işgalden kurtulduğu için, yeni bir dönem başlamıştı. Bu arada ailem kesinlikle vazgeçmeyeceğimi anlayarak, “Eh olsun bari, teni siyah ta olsa iyi bir çocuğa benziyor.” demeye başlamıştı.
Düğünümüz bir yıl içinde oldu. Ben, sevdiğim adama dört çocuk veren bir anne oldum. Çok mutlu bir hayat sürdük. Ama bir daha öyle güzel bir dana bayramına şahit olamadık. Çünkü Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra yasaklandı. Torbalı’da gizli gizli yapıldığını duymuştuk ama gitmek bir türlü kısmet olmadı.
Belki de gitmediğimiz iyi oldu… Belleğimde kalan en güzel Dana Bayramı’nı çocuklarıma aktardım. Onların da çocuklarına aktarmaları için söz aldım ki; köklerinden gelen bu gelenek, gelecek nesillere aktarılsın. Güzelliklerimiz kaybolmasın…