Nymphe’nin Sevdası…

Kleopatra’nın güzelleşmek, Homeros’un nişanlanmak için geldiği, ıhlamur ve çınar ağacının aynı gövdede yetiştiği, ölümün yasaklandığı, en lezzetli köftelerin yapıldığı, en güzel zeybeklerin oynandığı, kermeslerin cenneti, kağıdın, yazının ve daha nice güzelliklerin diyarı bu şehre sevdalıyım ben. Ama ayırdılar bizi…

Yüz yılar boyu yerin altında, yalnızlığa mahkum ettiler. Çok sıkıldım. Bir istiridye kabuğu var ellerimin arasında, taşıyamıyorum… Ama sonunda çığlıklarımı duydular. Uzaktan sesler geliyor. Bu defa çıkaracaklar galiba. Güneşi, ağaçları, kuşları çok özledim. Kırlarda, ağaçların arasında dolaşmak istiyorum.

Bir ışık gözlerimi kamaştırıyor. “Beyler burada bir Nymphe var” diyor bir ses. Kafamı kaldırınca bir çift gözün baktığını fark ediyorum. Birkaç adam daha geliyor. Utansam da çok mutluyum. Kazmaya devam ediyorlar. Delik daha da büyüyor. Kalın ipler sarkıtılıyor. “Aman dikkat edin, incitmeyin” diyor diğeri. “Çok teşekkür ederim beyefendi diyorum” Artık yukarıdayım ama çok şaşkınım… Neler olmuş burada! Sanki yer yerinden oynamış…

Allianoi… Sevdam… Nice güzel günler geçirdik seninle… Senin sıcak suyundan yararlanmak için, üzerinde termal bir sağlık merkezi kurulmuş,Tanrı Asklepios’a adanmıştı.

Dünyanın her yerinden insanlara kapın açıktı. Ağrıları, yaraları olan insanlar, sağlıklarına kavuşmak için gelir, sudan şifa bulurlar, iyileşene kadar da kalırlardı. Tam birbirimize alışırken giderler, yerlerine yenileri gelirdi.

Sıcak havuz hala duruyor. Köprünün durumu da fena sayılmaz ama çeşmeler, galeriler, dinlenme ve terapi odalarının büyük kısmı hala yerin altında. İnşallah onları da çıkarırlar. Konuşurlarken duydum. Baraj yapacaklarmış. Galiba sular altında kalacakmış burası…

Çok özlemişim… İzin verirseniz biraz hasret gidermek istiyorum. Söz veriyorum akşama geleceğim. Dönünce nerede isterseniz orada durabilirim ama artık yerin üstünde olsun ne olur…

İlk durağım Serapis Tapınağı… Mısır Tanrıları’na adanan, kırmızı ateş tuğlalarıyla yapılmış görkemli tapınağın eski halinden ne yazık ki eser yok. Mermer kaplamaları dökülmüş. Tuğlalar ortaya çıkınca da, halk adını değiştirivermiş hemen. “Kızıl Avlu” demişler. Tapınağa, üç adet anıtsal kapıdan giriliyordu ama şimdi sadece bir kısmı ayakta. Ana binası, aşağı şehrin merkezindeki “Ne yerde, ne gökte” denilen, şu an yıkık dökük bir mahallede.

Kozak dağlarından gelen, Bakırçay’ın kollarından, Selinous çayı üzerindeki çok büyük bir alan üzerinde. Kesişen iki tünel üzerindeki bir avlunun ortasında. Yanlarında iki dairesel kule var. Bunların önünde de ana binanın önüne bağlantılı avlular. Çatıyı taşıyan insan biçimindeki desteklere ise kim bilir ne oldu?

Girişteki eşik, tek parça bir mermer bloktan, içeride bulunan sütunlar Kozak taşından. Törenlerde arınmak için kullanılan sığ mermer havuz ile derin kuyu da görünmüyor. Yer altındaki tünelden geçerek gelen rahibin içine girip, ayini gerçekleştirdiği havuzun arkasındaki Serapis heykelini umutsuzca arıyor gözlerim.

Tarih boyunca önemini korumuş, Anadolu’nun en görkemli dini yapılarından biri olan tapınak İncil’e Hıristiyanlığın ilk yedi kilisesinden birinin cemaatinin tapındığı yer olarak geçmiş. Hatta buraya “Küçük Ayasofya” bile demişler. Kulelerden biri bir ara cami, bir ara da hapishane olarak kullanılmış. O yüzden biraz daha bakımlı. Binaların arasına sıkışıp kalmış olsa da hala çok göz alıcı…

Mutlu ama buruk bir halde, Keitos ile Selinos çaylarının kollarının arasından kurtulup, yukarı doğru yükselen şehre bakarken, oranın daha iyi durumda olmasını diliyorum. Tepede kurulduğu için önceleri “Yüksek yerin halkı” anlamına gelen Pargauma adı verilen şehrimin adı sonra Pergamon olmuş. Daha da sonra Bergama. Eski ihtişamlı günlerinin tersine, şimdiki sessiz duruşu içimi çok acıtıyor…

Akropol… Asiller mahallesi… Burada kral saraylarının yanı sıra komutanlar ile devlet görevlilerinin konutları vardı. Kralların ibadet etmesi için Kral Attalos zamanında yapılmış olan Heroon, şehre giriş kapısı önündeki bir avlunun etrafında inşa edilmişti. Şimdi ise sadece kalıntıları var. Akropol kapısından şehre girerek, Kral Eumenes’in sarayının önüne geliyorum. Sarayın girişinde düzgün taş bloklarla döşenmiş bir avlu, avlunun her iki yanında güvenlikten sorumlu askerlerin kullandığı odalar, ortadaki avluda bir sarnıç ve sunak, avlunun çevresinde de yaşam odaları vardı. Odalarındaki mozaiklerin en güzeli “Süpürülmemiş oda” isimli olanıydı.

Eumenes’in sarayının hemen yanında, Kral Attalos için yapılmış olan, küçük sarayı arıyor gözlerim. Ne yazık ki iki görkemli saraydan da temel kalıntıları dışında hiç bir iz kalmamış. Zeus’un karısı Hera’nın çok basamaklı bir merdivenle çıkılan kutsal alanı ise Yukarı Gymnasion’un üstündeki terastaydı. Geniş sütunlu avlunun dört yanındaki yapılardan oluşan şehrin en büyük yapı grubu Gymnasion’un içinde hamamlar vardı.

Yarışlardan sonra temizlik için kullanılan yıkanma kurnaları hala duruyor. Yukarı doğru genişleyen üç teras üzerinde yer alan yapıda alt teras çocukların, orta gençlerin en üst teras ta yetişkinlerindi. Burada bir de büyük şehir çeşmesi vardı. Athena kutsal alanı ise Zeus Sunağı’nın üstündeki taraçadaydı. Athena, sanat, bilim ve şehrin koruyuculuğunun yanı sıra zaferlerin de müjdeleyicisiydi.

Bizans döneminde bu alanda yapılan kilise yüzünden tapınak, temellerine kadar sökülmüş. Zeus Sunağı da Bergama’lıların Galatlara karşı kazandığı zaferden sonra tüm tanrılar ve Athena adına yaptırılan “Dünya Harikası” bir sunaktı. Çevresini beş basamaklı mermer bir merdiven çeviriyordu. At nalı şeklindeki sunağın iki tarafındaki merdivenlerle çıkılan galeride Zeus’a adanan armağanların konulduğu asıl sunak yer alıyordu.

Sunağın üç tarafını saran alçak duvar, atlı arabalar, atlar ve Tanrı heykelleri ile bezeli idi. Sunağın duvarlarında baş Tanrılar ile uzun saç ve sakallı, ayaklarının yerinde kuyrukları olan devlerin savaşı resmedilmişti.

Tanrı Zeus kardeşlerini yeraltı dünyasına kapatınca, yer altında yaşayan devler buna çok kızmış, yeryüzüne çıkarak Tanrılara saldırmışlar, ancak yenilmişlerdi. Kabartmalarda kazananlar Bergama’lıları, yenilenler ise Galatları simgelemekteydi. Üç yandan sunağı saran duvarların birinde ise Herakles’in oğlu Telephus’un şehri nasıl kurduğunu anlatan kabartmalara yer verilmişti.

Sunak açık mavi renkte mermer bir boya ile boyanmış, Tanrıçaların giysilerine altın veya tunçtan eklemeler yapılmıştı. Şu an bu görkemli yapı ana vatanından çok uzaklarda bir şehirde sergilenirken yerini ise iki çam ağacı koruyor. Antik dönemin en dik tiyatrolarından biri olan, on bin kişilik, müzik ve şiir dinletileri ile drama ve toplantıların düzenlendiği tiyatrosu ise diğerlerine göre en iyi durumda. Bu beni biraz mutlu etse de hala perişanım…

Viran Kapı denilen kutsal yolu izleyerek Asklepion’a doğru yürürken gözlerimde biriken yaşları zor tutuyorum.

Ön meydandaki yılanlı sütun tıbbın sembolü olmuş. Mysia dağlarının eteklerindeki eğim üzerinde, yeşillikler içindeki rüzgar almayan gizemli vadide, kaynak sularının yanında kurulu tapınak için tarih boyunca “Su ve havanın en güzel olduğu yer”, “Tanrının sesinin en güzel biçimde duyulduğu yer”, “Oraya sıcaklar sıtma götürmez, orada vasiyetnameler açılmaz” gibi sözler söylenirdi.

Burada hekimler hastalarına çamur banyosu yaptırır, bitkilerden elde ettikleri ilaçları kullanır, spor ve müzikle uğraşmalarını sağlardı. Rüyalar yorumlanır, telkin yoluyla iyileşmeleri sağlanır, gerekirse ameliyatlar yapılırdı. Ruhsal ve bedensel olarak sağlığına kavuşanlar ayrılırken, Asklepios Tapınağı’nı ziyaret ederek, yardımlar yaptıkları gibi iyileşen organlarının küçük birer modelini bırakırlardı.

Asklepios’un babası Apollon, tapınağın, kardeşi Artemis de hastaların ve doğumların koruyucusuydu. “Bütün hayatımı sana borçluyum, sana gizemli bir aşkla bağlıyım.” diyen bir yazar burası için kasideler yazdı. Krallar dahil pek çok insan burada tedavi edildiği için ünü dünyaya yayıldı. Ancak parlak dönemi çok uzun sürmedi. Hıristiyanlığın Bergama’ya yerleşmesi ile tapınak da kiliseye çevrilerek, vaftiz yerine dönüştürüldü.

Şu an ayakta olan dört bin kişilik tiyatroda dramalar, müzik ve şiir dinletileri gibi tedavilere yönelik etkinlikler, insanları yaşama bağlayan çalışmalar yapılırdı. Binaların duvarlarının küçük oyuklarında parşömen üstüne yazılan rulo biçiminde kitaplar vardı. Büyük alandaki kutsal sular, sihirli bir iksir gibiydi. Tanrının ayaklarının dibinden çıktığına inanılan bu sular, tüm hastalıkların şifa kaynağıydı.

İçme suyu ise büyük alanın ortasındaydı. Kaynaktan gelen su, bir aslanın ağzından havuza akıyordu. Çamur banyosu ve dinlenme sonrası temizliği de bu havuzda yapılırdı. Çamurlarla ovulduktan sonra yapılan temizliğin, insanı yıl boyunca kötülüklerden koruyacağına inanılırdı. Mermer havuz tiyatronun karşısındaydı ve hastalar basamaklarında güneş banyosu yapardı. Kutsal bodrum büyük alanın ortasındaydı ve kutsal sularla tapınağın alt katına açılırdı.

Gizemli olarak kabul edilen Telesphoros Tapınağı’nın ise yarısı toprağın altındaydı. İki katlı olan bu yuvarlak binanın alt katında uyku ve rüya tedavileri uygulanırdı. Tedavinin gece ve uykuda gerçekleştiğine inanan hekimler, hastanın rüyasında nasıl iyileşeceği göreceği, bu rüyanın hekime anlatılması sonrası bulunacak ilacın iyileşmeyi sağlayacağı söylenirdi. Hasta uyku odasına girmeden önce yıkanıp, takılarını çıkarır, beyaz giysiler giyer, bir de boynu zeytin dalları ile süslü bir koyunu kurban olarak sunardı. Şimdi tüm bunlar neden uygulanmıyor? Yüzlerce yıl önce insanlar bunları boşuna mı buldular? Dayanamıyorum artık… Ağlamak istiyorum…

Ya parşömen? Onu da mı kaybettiniz? Oysa ki insanlık tarihinin en önemli buluşlarından olmuştu. İskenderiye ile Bergama kütüphaneleri dünyanın iki büyük kütüphanesiydi ve Nil kıyılarında yetişen bir kamıştan, hasır şeklinde dokunarak yapılan papirüs adındaki kağıdı kullanıyordu. Ama bir süre sonra rekabet başladı. İskenderiye, Bergama’ya papirüsün gönderilmesini yasaklayınca Bergama kütüphanesi çok zor durumda kaldı.

Bergama Kralı üzerine yazı yazılacak yeni bir madde bulunmasını emredince deri ustası Krates, dişi buzağı derisinden hazırlanmış, üzerine yazı yazılabilir bir madde getirdi. Ustanın yardımcısı ise derileri daha ince bölümlere ayırarak istenildiği gibi kullanılacak duruma getirdi. Bu kağıda önce Bergama kağıdı, daha sonraları da parşömen denildi. Hiçbir parşömen diğeri ile aynı değildi. Her iki yüzüne de yazılabiliyor, yırtılmıyor, alev almıyor, yazılar okunurken gözü yormuyordu.

Hipokrat yemini, Kuran ve İncil de ilk kez parşömen üzerine yazıldı. Rulo olarak kullanılan parşömen daha sonra yaprak halinde de kullanılmaya başlandı. Ama belli ki onun da kıymetini bilememişsiniz ve unutulmasına izin vermişsiniz. Şimdilerde parşömenin tekrar gün yüzüne çıkabilmesi için inanç ve sabırla mücadele edenlerin “Yüreklendirin bizi” diye attıkları çığlığı duyar gibiyim…

Hava kararmaya başladı… Dönmeliyim… Hatta söylesem, beni tekrar yerin altına gömerler mi acaba? Gördüklerimden sonra yerin altında da olsam üstünde de fark etmez artık…
Zaten orası da sular altında kalacakmış