İyi ki Doğdun Bedros…

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde…

Geçen hafta sonu bana gene yollar göründü. Bu dizelerin sahibinin yaşadığı evde iki günümü geçirdim. Dededen toruna sanatın ve edebiyatın içinde olan bir aile ile tanışmak yaşamımdaki renklere bambaşka bir renk daha kattı…

Ablam Sema’nın üç ay önce Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun torunu Rahmi Eyüboğlu ve eşi Sibel ile tanışması ile başlayan süreç benim de doğumunun yüzüncü yılında altmış birincisi düzenlenen Geleneksel Yazma Şenliği’ne katılmamı sağladı. Sevgili Sibel’in uzun zamandır desenlerin takılara da aktarılması hayalini Sema ile birlikte gerçekleştirmeye karar vermeleri ile başlayan çalışmalar sonunda ortaya çıkan eserlerin şenlikte yazmalar ile birlikte sergilenmesi ise bir ilk olacaktı.

Oradayken bunları gider gitmez yazmalıyım derken şimdi neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Dedelerinin, ninelerinin, babalarının yaşama bıraktıklarına sıkı sıkıya sarılıp, sahip çıkan, unutmamaya, unutturmamaya çabalayan bu güzel insanları anlatmaya kelimeler yeterse anlatacağım…

Şenlikten bir gece önce İstanbul’dayım. Sabahı zor ediyoruz. Erkenden kalkıp Kalamış’a gidiyoruz. Reis’in adı ile anılan sokakta, yüksek apartmanlar arasında kalmış, büyükçe bir bahçenin ortasında inci tanesi gibi, üç katlı, duvarında bir kaplumbağa resmi olan evin bahçe kapısından içeri adımımı atar atmaz büyülü bir dünyanın içine girdiğimi hissediyorum.

İçeri girer girmez bizi Sibel ve Rahmi Eyüboğlu sevgi ile karşılıyorlar. Açık hava müzesinden farksız bahçenin neresine bakacağımı şaşırıyorum. Kiraz, nar, erik, zeytin, palmiye ve daha sayamadığım pek çok ağaç, rengarenk güller ve binbir çeşit çiçek ile donanmış bahçenin her bir köşesinde, her bir duvarında bir başka eser. Anadolu’ya ve denize olan sevdalarını kağıda, tuvale, cama, seramiğe aktarmanın yanısıra yazmalara da aktararak eserlerinin yaşamın her alanında görünmesini sağlayan Bedri Rahmi ve sevgili eşi Eren hanımın desenleri şimdi mavi kaplumbağa bahçesinde ziyaretçilerin beğenisine sunulmak üzere hazır bekliyor.

Kapının girişindeki Anadolu kadınına selam ederek, bahçede ilerliyoruz. Girişteki büyük masanın yanındaki rengarenk mozaik sehpa gözden kaçmıyor. Şenliğin adı Geleneksel Yazma Şenliği olsa da desenler yastıktan, peştemale, elbiseden masa örtüsüne, çantaya, önlüğe, şala kadar pek çok değişik kumaşın üzerine aktarılmış.

O sırada Hughette hanım geliyor. Sibel kayınvalidesi ile tanıştırıyor bizi. Eşi Mehmet Hamdi Bey’in anne ve babasından kalan sanatı birlikte sürdürmek için yıllarca omuz omuza çalışmış. Ölümünden sonra ise devam etmek için çocuklarına önder olmuş.

Takıların bulunduğu bölüme geliyoruz. Ahşap camlı masanın içinde o kadar göz alıcılar ki hepsini takmak geliyor içimden. Sema ve Sibel’in gözleri yeni bir projeyi hayata geçirmiş olmanın coşkusu ile en az takılar kadar pırıl pırıl. Aralarında sıcacık bir dostluğun başlamış olması ise bir diğer neden olsa gerek. Hemen açılışı yapıp, Bedros isimli otoportre takıyı alıp, boynuma takıyorum. Sema ve Sibel de rozetini. Her bir takının ismi var. Ayşe Gelin, Bulut Gelir Pare Pare, Deniz Kızı, Karagöz’ün Gemisi, Nar, Orkinos, Trança, Sarpa. Özgünlük belgeleri ise şiirlerle süslenmiş.

Kağıttan bir gemi yaptım küçücük,
Ya beş öpücük sığar içine ya on öpücük…

Bahçenin bir köşesinde küçük torun Mehmet, annesine bir gün önceden hazırlattığı ev yapımı limonatayı satmak üzere standını açmış bile. Aynı zamanda fırsat reyonundan sorumlu…

Arkaya doğru ilerleyince yazma atölyesinin kapısına geliyoruz. Babasının başlattığı yazmacılığı geliştirerek sürdüren Mehmet Hamdi Bey burayı pek çok insana bu sanatı aktarmak için eğitim merkezine dönüştürmüş. Çok sayıda öğrencisi olmuş.

Sibel bize baskı kalıplarını gösterirken bir yandan da eskiden tahta kalıplarla çalışıldığını, ancak oyulmalarının çok zaman alması nedeniyle kayınpederinin strafor kalıp yöntemine geçtiğini, ömürlerinin tahtalara göre az olmasına karşın daha çabuk oyulabildiği için bu yöntemin işlerini daha kolaylaştırdığını anlatıyor. Hatta bir tane de uygulama yapıyor. Straforun üzerine çizilmiş desenin iğne ile delinmesi işlemine “Dımdımlama” deniyor. Dımdımlanmış strafor daha sonra özel bir yöntem ile oyuluyor ve baskı için hazır hale getiriliyor. Çok keyifli olduğu kadar oldukça da titizlik isteyen bir iş. Ancak ailede işi devir alan herkes kumaşından boyasına ve kalıbına kadar işi geliştirmek için çabalamış ve bu günlere gelinmiş. Hala daha neler yapabiliz diye çabalıyorlar.

Atölyeden çıkıp, arka kapısından girdiğimiz ev bambaşka bir dünya… Yandaki tahta sandığın üzerinde mavi yolculuklarda topladıkları deniz kabukları boylarına göre kavanozlarda saklanmış. Hala kendi koydukları yerlerde duruyor. Mozaik sehpaları, çini sobaları, piyanosu, heykelleri, seramik vazoları, Anadolu’nun her bir köşesinden toplanmış objeleri, avizeleri, aynaları, rüzgar çanları, kozalakları, deniz yıldızları, portreleri, tabloları, toprak kapları, boyanmış tabakları ve daha sayamadığım pek çok eşya ile yaşayan bir müze, bir tiyatro sahnesi sanki.

Hem atölye hem de ev olarak kullanılmış olan evde uzun yıllar yaşanmış. Evlerini insan ayrımı yapmadan o kadar çok kişi ile paylaşmışlar, burada öyle güzel sohbetler etmişler, o kadar çok üretmişler ki evde onların yaşamı hala sürüyor… Ruhları buraya yaşam veriyor… Sesleri kulağınızda çınlıyor…

Büyülenmiş bir durumda bahçeye çıkıp, dut ağacının altındaki koltuklarda çayımızı yudumlarken öyle keyifliyim ki, iyi ki gelmişim diye düşünürken, yirmi yıldır görmediğim çocukluk arkadaşım Arzu’nun gelmesiyle neşem bir kat artıyor. Bağdat Caddesi’nde uzun bir yürüyüş sonrası yemeğimizi yerken görüşemediğimiz yılların acısını çıkarıyoruz. Eve döndükten sonra Arzu da akşama kadar bizimle kalıyor. Gün boyu kirazlar, erikler ve şarap ikram ediliyor…

 

 

Bir kelime buldum çın çın öter;
Adı candır.
Bir erik kopardım can dalından;
İçi can dolu,
Adı can, yaprağı can, lezzeti candır…

Ertesi gün de yine sabahtan akşama kadar bahçedeyiz. Yoğun bir ziyaretçi akını oluyor. Torun Eren ve arkadaşları da tezgah başındalar bu gün. Eren’in boynunda da takılardan biri var. Canla başla çabalıyorlar. Belli ki gelecekte bayrağı devir alacaklar.

Öğle yemeğinde mutfakta mercimek ve bulgur pilavı yiyoruz. Evin arı gibi çalışanları belli ki çok yorgunlar ama yüzlerinden gülümseme hiç eksik olmuyor. Çünkü onlar da bir eski bir Anadolu kültürünün geleceğe aktarılmasının mutluluğu içindeler…

Günün bitmesine yakın, başında bandanasıyla küçük Mehmet iki küçük yardımcısı ile “Fırsat reyonundan bir ürün alana bir bardak limonata bedava” diye bağırıyor. O kadar tatlılar ki reyonlarından birer resim almadan edemiyoruz.

Derken, ayrılma hüznü çöküyor içimize. İki günde alışıverdik bahçeye. “İstanbul’da yaşasam haftada bir iki gün yazma boyamaya gelirdim” diye düşünürken ablam “Ben seneye haftada bir gün geleceğim” diyor. Özeniyorum ama iki gün içinde yaşadıklarımın gerçekleştirmeyi arzu ettiğim hedeflerime beni biraz daha yaklaştırdığını fark ediyorum.

Vedalaşırken tekrar resimler çekiliyoruz. İzmir’e geldiklerinde görüşme sözleri alıyoruz. Önümüzdeki yıl tekrar gelme dilekleri ile bahçeden ayrıldığımızda yüzümde uzun zamandır olmayan bir gülümsemeyi hissediyorum…