Tünelden Gökdelene Bir Egzotik Masal: Güney Vietnam

Adı söylendiğinde akla gelen ilk kelime: Savaş…

Yüzyılın en kanlı ve uzun savaşlarından birinin yaşandığı yer…

Bizim “Vietnam Savaşı”, onlarınsa “Amerika Savaşı” dediği savaşta, ABD güçlerine karşı gösterdiği unutulmaz direniş ile dünyada sesini duyuran, büyüleyici doğal güzellikleri, rengarenk sokakları, zengin kültürü, tarihi ve yaşadıkları acılara rağmen hala yüzleri gülebilen zarif ve nazik insanları ile Vietnam…

Robin Williams’ın savaş zamanı askeri radyoda yayın yapmak için geldiği Saygon’da, her sabah “Goodddd Morninggg Vietnammm” sözleri ile programını açıp, yayın boyunca Amerikan askerlerine eğlenceli dakikalar yaşattığı maceralı günlerini anlatan filmini seyrederken bir gün oralara gideceğim hiç aklıma gelmemişti.

Türkiye’de gece yarısı başlayan uzun yolculuğumuz sona erdiğinde, şimdiki adı ile Ho Chi Minh olarak anılan Saigon’da akşam olmuştu. Yemek sonrası, gecenin çok geç saatlerine kadar yaşayan, renk ve ses cümbüşlü sokakların ritmine bir süre biz de katkıda bulunarak, otelimize döndüğümüzde oldukça yorgun olmamıza rağmen, saat farkı nedeniyle çok zor uyuduk. Ertesi sabah erkenden “Günaydın Vietnam” diyerek, egzotik masalımızın içinde buluverdik kendimizi.

Otelimizin önünden bindiğimiz aracımız ile yol boyunca uçsuz bucaksız pirinç tarlaları arasından geçerek, yaklaşık iki saatlik yolculuk sonrası “Demir Üçgen” denilen “Cu Chi” tünellerinin bulunduğu ormanlık bölgeye geldik.

Savaşta gerilla saldırıları için kullanılan, yeraltındaki kilometrelerce uzunluktaki tüneller şimdilerde, turistik olarak düzenlenerek, ülke için oldukça ciddi bir gelir kaynağı olmuş…

ABD’nin komünizmin dünyada yayılmasına engel olmak için kilometrelerce uzaklıktaki bir ülkeye asker gönderdiği, savaş boyunca milyonlarca Vietnamlı’yı yok ettiği, yenileceğini anlayınca, yıkıcı gücü çok yüksek bombalar atarak, sadece yaşayanları değil, gelecek nesilleri de yaraladığı, savaş boyunca her iki tarafın da birbirlerini acımasızca katlettiği o ünlü savaşın yaşandığı topraklardayız şimdi…

Düşündükçe içimiz ürperse de, rehberimizin peşine takılıp, orman içinde ilerlemeye başladık. Kurumuş yapraklar ile kaplı bir alana geldiğimizde rehberimiz durdu. Orada bekleyen asker kıyafetleri giymiş bir görevli yaprakları hafifçe aralayarak, yaprakların arasındaki küçücük bir kapağın ucunu bulup, kaldırdı ve yerin altına doğru ilerleyen daracık tünelin girişi görünüverdi. Ormanda yüzlercesinin bulunduğu tünelin içine girip kapağı kapattığında ise orada bir tünel olduğunu anlamamız mümkün değildi.

Bu tüneller daha çok Amerika savaşında duyulsa da, aslında Vietnamlıların Fransız sömürgesinden kurtulmak üzere verdikleri bağımsızlık savaşı sırasında, kazılmaya başlanmış. Sonradan genişletilerek, daha büyük bir alana yayılmış. Amerikalılar yerli halkın toprağı elle kazıp, pirinç sepetleri ile taşıyarak oluşturdukları bu tünellerin varlığından haberdar olsalar da tam olarak yerlerini bilmiyorlarmış ki, koca Güney Vietnam’da üslerini tünellerin neredeyse üstüne kurmuşlar.

Aslında bunlara tünel yerine yer altı şehri demek daha doğru.

İçlerinde toplantı odası, hastane, çalışma odası, mutfak, fırın, yatakhane, hatta nehire açılan gizli çıkışlar bile varmış.

Yaşamın oldukça zor olduğu yer altında, mutfakta yemek pişirildiğinde, dumanın fark edilmemesi için en az yüz metre ileride açılan baca kapağına çok sayıda delik açarak, dumanın yatay olarak dağılmasını sağlıyor, içerideki oksijeni harcamamak için mum ya da kandil yakmıyor, karanlıkta oturuyorlarmış. Tünellerin gizli giriş çıkışlarına Amerikalı askerlerin kullandığı sabun ve elbise parçalarını koyarak, köpeklerin buraları bulmasını önlüyor, havalandırma deliklerinin altında biber gazı yakarak, köpeklerinin koku almasına engel oluyorlarmış…

Bombardıman başladığında muhtelif yerlere asılan metal parçalarına vurarak haberleşir, okuldaki öğrenciler, tarlada çalışan işçiler, evlerdeki kadınlar, hastanedeki insanlar var güçleri ile en yakın tünele koşturarak, saklanır, belki de günler sürecek bir saklambaç oyunu başlarmış.

O kadar yokluk içindeymişler ki; Amerikalılar bomba attığında, ortalık biraz sakinleşince, saçılan bomba parçalarını toplayıp, eriterek, çivi, silah, tabak çanak, araba lastiklerinden de ormanda yürürken ses çıkarmayan sandaletler yaparlarmış.

Ormanlar napalm bombaları ve portakal gazı ile yakılmış. Buna karşılık da pek çok bubi tuzağı hazırlanmış. Biz bu tuzakların örneklerini gördük. Her ne kadar Vietnamlılar ülkelerini savunmak için bu tuzakları hazırlamışlarsa da, kim olursa olsun bir insanın o tuzaklarda öldüğünün düşüncesi bile insana acı veriyor.

Tünellerin girişleri o kadar dar ki, iri yapılı Amerikan askerinin girmesine imkan yok. Bu nedenle Amerikalılar, Avusturalya ve Yeni Zelanda’dan “tünel fareleri” denen ufak tefek askerler getirtmişler. Bunlar içeri girip, zehirli gaz püskürtüp, bomba atmışlar.

Tüneller bölgesini gezerken anlatılanları masalmış gibi dinledik. Belki de o masalın içine girdik. Pek çok değişik duyguyu aynı anda yaşadık. Oysa burada yaşananlar bir insanlık dramı. Bu küçücük insanlar da ülkelerini savunurken çektikleri cefanın hırsıyla karşı tarafa akla gelmeyecek derecede acımasız davranmışlar. Zaten o yüzden savaştan dönen pek çok Amerikan askeri de ruh hastası olmuş.

Girişi genişletilmiş kısa bir tünele girebileceğimiz söylenince denemeye karar verdim. Ancak birkaç adım atar atmaz gerek darlıktan, gerek sıcak ve havasızlıktan bunalınca bir anda kendimi dışarıda buluverdim. Nemden nefes almanın mümkün olmadığı daracık yerde iki adım atamazken bu tünellerde insancıkların günlerce yaşadığını düşünmek bile tüylerimi diken diken etmeye yetti.

Turun sonunda ise bir atış poligonuna geldik. Bazı arkadaşlar savaştan kalma silahlarla atış denemesi yaparken, yaşanan zorlukların ne kadarını anlayabilmiştik bilmiyorum.
Vietnam’ın Vatikan’ı olarak düşünebileceğimiz, Kaodizm dininin merkezi Tay Ninh’e doğru yola çıktığımızda bir yandan üzgün, bir yandan da, geçtiğimiz yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir inancın, doğduğu ve geliştiği yeri göreceğimiz için heyecanlıydık.

Günde üç kez yapılan ayinlerden, öğle ayinine yetişmek için de acele etmek zorundaydık. Yolun iki yanındaki tarla ve çiftliklerin arasından ilerleyerek, Amerikan işgali sırasında helikopter üssü olarak kullanılan Tay Ninh’e vardık. Tapınağın ana bahçe kapısında klimalı aracımızdan iner inmez bizi oldukça sıcak ve nemli bir hava karşıladı.

Tapınağa kapının önündeki renkli kumaşlardan yapılmış yolluklar serilmiş, ince uzun yoldan ayakkabılarımızı çıkarıp, yürüyerek girerken kadın ve erkek rahipler bizi yönlendirdiler. İçeri girdiğimizde ayin başlamıştı. Sessizce tapınağın içinde ilerlerken, daha önce görmediğimiz çok ilginç bir ritüele şahit oluyorduk.

Erkek rahipler mavi, sarı, kırmızı renkli elbiseler giymişlerdi. Bu renkler dindeki ana kolları simgeliyormuş. Bembeyaz giyinmiş kadınlar salonun sol, erkekler sağ tarafında dizilmiş, koro ve müzik eşliğinde gongun ritmiyle secde ediyorlardı. Tapınağın ikinci katına çıkarak, kalabalık bir grup ile beraber ayini izledik…

“Tanrı’nın hükmettiği en yüce manevi yer” anlamındaki Kaodizm, Doğu’nun ve Batı’nın tüm dinlerini ve kutsal inançlarını birleştirerek ideal bir dine ulaşmak için her dinden ve kutsal inançtan (Budizm, Konfüçyüsizm, Taoizm, Hıristiyanlık ve İslamiyet) birer parça alarak oluşmuş ve daha sonra da resmi din olarak kabul edilmiş. Katolik mezhebinin ve Budizm’in hiyerarşik yapısı ile Konfüçyüs inancının ahlakını, Taoizm’in de kainat tasavvurunu yansıtıyormuş.

Bu din de diğerleri gibi evrenselliği savunurken, bu dünyada ya da diğer gezegenlerde yeniden doğuş olacağına inanıyormuş. Onlara göre, ruhlar bazı aracılar kanalıyla insanlarla konuşabiliyor, ayinlerde yeni ilahi mesajlar alınabiliyor, ibadetler sadece mabette toplu olarak yapılıyormuş.

Kaodizm dininin kurucusu Ngo Van Chieu, geçtiğimiz yüzyılın başlarında “İnsan görünümünde karşılaştığını” söylediği “Cao Dai” adlı ruh tarafından aydınlatılmış. Diğer inançların yanı sıra öğretiye, Victor Hugo, Descartes, Pasteur, Shakespeare ve Lenin’e ait fikirleri de ilave ederek 1926’da törenle bu yeni dini resmen ilan etmiş. Kaodizm’de alkol ve diğer uyuşturucular, et ve balık gibi hayvansal gıdalar yasak. Bitkilerle beslenme öneriliyor. Bugün Vietnam’da üç milyon kişi bu dine bağlı.

Bu dine göre, tarih üç aydınlanma dönemine ayrılıyor. Birinci dönemde Tanrı insanlara Buda ve Konfiçyüs gibi kişilerle ulaşmış. İkinci döneminde mesajlar Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed aracılığıyla alınmış. Kaodaizm, gelen mesajlarının kesintiye uğradığını ve aracıların yaşadıkları yer ile sınırlı olduğunu iddia ederek, ilham ve kurtuluş getiren üçüncü aydınlanma dönemini başlatmış.

Tapınak, bu zamana kadar gördüğüm ibadet yerlerinden oldukça farklı. İçerideki dokuz adet rengarenk sütun, Nirvana’ya ulaşmak için çıkılan yoldaki aşamaları simgeliyormuş. Dokuzuncu sütun ise Nirvana imiş. Beş senede bir derece atlanarak, tek yaşamda Nirvana’yı yakalıyorlarmış.

Biz ayin başladıktan sonra geldiğimizden, başlangıç ritüellerini yakalayamadık. Ancak çıkış ritüelleri de oldukça etkileyici idi. Rengarenk giysili rahipler belli bir hiyerarşik sıraya göre tapınaktan ayrıldılar. Ancak bir grup içeride kalarak ayine devam etti. Çıkan grubun yüzleri o kadar nur içindeydi ki içimden “herhalde bunlar nirvanaya çok yaklaştılar” diye düşünmekten kendimi alamadım.
O kadar etkilenmiştim ki; tekne ile giderken, sanki ruhum, yüreğim ve zihnimin derinliklerine doğru yol alıyordum…

Mekong… Asya’nın can damarı… Hayat onunla başlamış… Onunla sürüyor…

Öyle bir nehir ki o; Tibet’ten başlayıp, Çin, Myanmar, Laos, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’ı dolaşarak, Güney’de dokuz ana kola ayrılıp, “dokuz ejder” denilen, adeta bir su labirenti gibi delta bölgesini oluşturuyor ve Pasifik Okyanusu’na dökülmeden önce geçtiği yerlerdeki insanlara can veriyor, besliyor, ruh veriyor…

“Suyun üstünde yaşam mı olur?”

“İnsan ayağını toprağa basmadan yaşayabilir mi?”

Oralara gitmeden ben de bu soruların yanıtını vermekte zorlanıyordum. Evet suyun üstünde yaşam olurmuş. Hatta aylarca toprağa basmadan, hiç toprağı görmeden bile yaşanırmış. Hatta çamurun içinde bile insanın yüzü gülebilirmiş. Bize cefa gibi görünen yaşam şekli onlar için son derece olağan. Hatta sahip olduğumuz pek çok konfora rağmen gülmeyen yüzlerimizin tersine, onların ağlarına takılan balığı buldukları an ki gülüşlerini görseniz inanamazsınız. İşte o an içinizde bir şeyler kıpırdar, yüzünüz gülüverir aniden.

Mekong nehri dolaştığı yerlere enerji, tarlalara su sağlıyor. Ulaşım için ise önemli bir yol. Gelir düzeyi düşük milyonlarca insan için hem ev hem de geçim kaynağı. Balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği çok önemli bir iş…

Köprüleri, yolları, kentleri, köyleri, fabrikaları, yüzer çarşıları, gemileri, satıcıları ile Mekong, kara ulaşımının güç olduğu binlerce yıl öncesinde adeta “asya otabanı” olarak görev yapmış. Üretilenler Mekong üzerinden pazara dağıtılmış. Dolayısı ile hem üretim, hem ulaştırma hem de barınma için bölge halklarına kucak açmış.

Mekong deltasındaki yaşamları görebilmek ve onları hissedebilmek için teknemize doğru giderken yol kenarlarındaki pirinç üretilen tarlalardaki mezarlar dikkatimizi çekti. Tarla sahipleri vefat eden aile üyelerini tarlalarına defnediyorlarmış. Ekolojik döngünün tamamlanması ile ilgili olduğu söyleniyormuş.

Nehir kenarına geldiğimizde tekneler hazırdı, hiç beklemeden tura başladık.

Nehir boyunca evler, işyerleri, okullar, hastaneler, pazar yerleri hepsi suyun içinde… İş yerlerinin tabelaları nehre bakıyor. Nehir kenarında, lokantalardan tutun da benzincilere, telefonculardan tutun da tamircilere kadar, bir çok işyeri var. Evlerin nehre bakan yüzleri genelde açık. İçlerinde kimisi yemek yapıyor, kimisi suda sebze yıkıyor, kimisi de çamaşır. Hatta bazen aynı suda çocuğunun altını yıkayan bir kadını bile görebilirsiniz. Nehirde yüzen evlerde ise her şey meydanda. Çamaşırlar, kap kacak vs.

Kısa nehir turundan sonra bir köye geldik ve teknemizden indik. Köyde çeşitli yerel tatların nasıl yapıldığını uygulamalı olarak izledik. Bir yanda “pirinçten popcorn”, diğer yanda, hindistan cevizinden “cocanat candy” yapıyorlar, dışını da “rice paper” ile sarıyorlardı. Biz de bazılarının tadına baktık.

İçlerinde kobra yılanı ve akrep olan pirinç şaraplarının deneyen arkadaşlarımız da oldu. Bu hayvanların proteinleri, alkolün de etkisi ile şaraba geçiyormuş. Hem tat veriyor hem de kişiye güç katıyormuş.

Vietnam’da timsah eti çok makbul. Tekne turumuzun sonunda bir timsah yetiştirme çiftliğine uğramadan olmazdı. Gezinti sonrası meyve ve çay ikramı ile birlikte yerel müzikleri dinlerken günün yorgunluğunu attık…

Ertesi gün öğle saatlerinde Mekong nehri üzerinden Kamboçya’ya hareket etmeden önce deltadaki bir Müslüman köyünü de gezdik. Köye girer girmez küçük çocuklar etrafımızı sarıverdiler. Kurabiye, incik, boncuk, çanta, şal vs. eşyalar satıyorlardı. Hepsinden bir şeyler aldık. Çok mutlu oldular. Ancak daha yedi sekiz yaşlarındaki kız çocuklarının başlarının bağlı olması beni çok çok üzdü. Burada insanlar çok çalışkanlar. Herkes bir şey üretiyor, satıyor. Ancak yine de çok fakirler. Konfordan uzak evlerde yaşıyorlar. Ancak yine de güler yüzlüler. Köyde yaşadığımız sevgi dolu güzel saatlerin ardından, vedalaşarak, dört buçuk saat sürecek nehir yolculuğumuza başlamak üzere teknemize bindik ve hareket ettik…

Kamboçya’da görüşmek üzere hoşça kalın derken, Sevgili arkadaşlarım Füsun ve Melih Eriş’e de bizlere bu güzellikleri yaşattıkları için teşekkürlerimi yolluyorum…

Tạm Biệt…