Tünelden Gökdelene Bir Egzotik Masal: Kamboçya ve Malezya

Efsaneye göre, Naga isimli ejder bir kral tarafından yönetilen, sularla kaplı bir ülke varmış. Kralın güzelliği dillere destan bir de kızı. Kaudinya isimli asil bir Hindu, bir gün teknesiyle dolaşırken, prensesi görmüş ve aşık olmuş. Hemen evlenme teklif etmiş. Prenses, evlenme teklifini kabul edince, kral da, ülkeyi kaplayan bütün suyu içerek, ortaya çıkan toprakları kızına evlilik hediyesi olarak vermiş. Bu topraklara Kamboçya adı verilmiş ve o günden itibaren Kaudinya tarafından yönetilmiş.”

Vietnam’ı arkamızda bırakıp, Mekong nehri üzerinden Kamboçya’ya doğru hareket ettiğimizde, önümüzde dört buçuk saatlik bir yolculuk vardı. Nehrin iki yanındaki Vietnam köylerine selam ederek devam eden keyifli yolculuğun sonunda Kamboçya sınırına ulaştık. Pasaport işlemleri için kısa bir süre karaya ayak basıp, teknemize dönerek, yolculuğumuza devam ettik. Ve sonunda, bir zamanlar “Asya’nın İncisi” denilen, Kamboçya Krallığı’nın başkenti Phnom Penh’e vardık.

Phnom Penh, Bassak ve Tonle Sap nehirlerinin kesiştiği noktada kurulmuş .Bu şehri Penh adında bir kadının kurduğuna inanılıyor. Bir gün Mekong nehri kıyısında bir ağaç kavuğu içinde dört adet Buda heykeli bulan kadın, heykeller koymak için şehrin tepelik bölgelerinde bir tapınak inşa ettirmiş. O günden sonra da şehir tapınak etrafında gelişmiş.

Yakın geçmişte Kızıl Khmer’lerin yaşattığı vahşetin izlerini taşıyan, acılı ve hüzünlü bir şehir burası. Bir yanda Fransız mimarisinin sarı evleri, diğer yanda Budist tapınakları. Bir yanda Kraliyet ailesi ve çevresinin ihtişamlı yaşamları, diğer yanda yoksul halkın hayatta kalma savaşı. Güzel bir sahil, şık restoranlar, masaj salonları, cafeler, gece pazarları, sokak satıcıları, tuktuklar, bisikletli ve motorlu insanlar ile ritmik bir şehir.

Burayı geçiş istasyonu olarak kullandığımız için kaldığımız gecenin sabahında erkenden ayrılarak, bir sonraki durağımıza doğru yola koyulduk.

Siem Reap…

“Siem” bugünkü Tayland halkını oluşturan Siyamlı, “Reap” da yenik düşülen yer anlamına geliyor. Yani “Yenilen Siyam halkı” anlamındaki şehrin ismi, Tayland ve Kamboçya arasındaki asırlık çatışmayı simgeliyor. Şehre bu ad, Khmerlerin, Siyam’a karşı kazandıkları zaferin anısına verilmiş.

Kamboçya’nın kuzeyindeki, bu küçücük, sevimli, günümüzde çok ziyaret edilen şehir, dört yüz km2 alana yayılmış, bir dünya harikası, efsanevi Angkor Tapınaklar Bölgesi’ne ev sahipliği yapıyor. Bölgenin “Dünya Mirası Listesi”ne girmesiyle son yıllarda daha da ünlenen şehir, sadece tapınak ile değil, butik oteller, şık cafe ve restoranlar, canlı gece hayatı ile bir cazibe merkezi. Koloni tarzlı binaların olduğu şehir merkezi yürüyerek gezilebilecek kadar küçük ve bir o kadar da keyifli. Özgün kültürü, tapınakları, ağaç ve taş oymacılığı başta olmak üzere, dans ve resim konusunda da zengin bir sanatsal albeniye sahip…

Tapınaklar Bölgesi…

Yolculuğumuzun başından beri heyecanla beklediğimiz gün…

Şehre yedi kilometre uzaklıktaki bölgeye gidebilmek için, sabah erkenden tuktuk denilen motor taksilerimize binerek yola çıktık. İlk tapınağa geldiğimizde taksi şoförü ile tekrar buluşacağımız saat ve yeri kararlaştırarak ayrıldık.

Sabahın çok erken saatleri olmasına rağmen, hava o kadar sıcaktı ki, üzerimize hafif kıyafetler giymemize, başımıza koruyucu şapka takmamıza rağmen sıcaktan oldukça fazla etkileniyorduk. Sırt çantalarımızdaki suları üzerimize döker dökmez kuruyordu. Ancak bu durum Angkor Vat tapınağını keşfetme heyecanının yanında önemsiz kalıyordu.

Angkor, Khmer İmparatorluğu’nun dinsel eserler ile dolu bir şehri.

Angkor Vat ise bu şehrin en önemli tapınaklarından biri…

İlerlemeye başladıkça önümüzde büyükçe bir gölet belirdi. Tapınağa doğru uzun bir köprünün üzerinde yürürken, solumuzda kalan lotus çiçekleri ile bezenmiş su birikintisi üzerine yansıyan tapınağın görüntüsü öyle bütünleşmiş ki; sanki birbirlerine destek oluyor, yaşam katıyor, ışık tutuyorlardı.

Khmerce’de Angkor, “Şehir”, Vat da “Tapınak” anlamına geliyor. Kamboçya’nın sembolü Angkor Vat Tapınağı dünyanın en büyük tapınağı. Khmerler’in Hinduizme bağlı olduğu dönemde Tanrı Vishnu adına yapılmış. Karşıdan bakıldığında ilk olarak kutsal lotus çiçeğini andıran beş adet kule ile dikkat çekiyor. Tapınağın bu bölümü, Hint mitolojisinde evrenin merkezi, Tanrıların buluşma yeri olarak kabul edilen kutsal Meru Dağı’nı, etrafındaki dört ufak yükselti ise kıtaları simgeliyormuş.

O kadar muhteşem bir görüntü ki bu; onu keşfetmek için tapınağa doğru koşarak gitmek istiyorsunuz. Zaten öyle bir göz kırpışı var ki; siz isteseniz de istemeseniz de bir şey sizi ona doğru itiveriyor.

Tapınağın iç ve dış duvarlarını Hindu mitolojisine ait destanlar ve öyküler süslüyor. Apsara isimli perilerin dans figürleri ile Tanrı Vishnu’nun Rama isimli insan görünümüyle dünyaya geldikten sonra, yaşadığı aşk hikayesini anlatan “Ramayana Destanı” duvarlara işlenmiş. Ancak burası artık bir Budist tapınağı. Çünkü tapınağın inşasını takip eden iki yüz yıllık dönemde Budizm bu bölgede giderek yaygınlaşmış ve Khmerlerin resmi dini olmuş.

Bu kadar önemli bir dini merkez olan Tapınak bir süre ihmal edilmiş, ancak üzerini kaplayan orman sayesinde yok olmamış. Tapınağı ilk bulan Portekizli keşiş “O kadar sıra dışı bir yapı ki; onu kalemle tarif etmek mümkün değil. Dünyadaki hiç bir binaya benzemiyor” demiş.

“Buda’nın Gülümseyen Yüzü”, Khmer İmparatorluğu’nun son başkenti “Angkor Thom”…

Khmerce’de “Yüce Şehir” anlamına gelen şehir, etrafını saran yüksek surlarıyla imparatorluğa uzun bir süre ev sahipliği yapmış. Dindar bir Budist olan Kral burayı başkent olarak kurarak, şehrin içini Buda aşkına yaptırdığı tapınaklarla doldurmuş. Şehrin beş ana kapısı, kapıların her birinde ise dört yöne doğru bakan, her şeyi bilen ve gören kralın yüzünün sembolize edildiği heykeller var.

Giriş kapısının önünde dizilmiş Tanrı heykellerinin şehri asırlardır kötü ruhlardan koruduğuna inanılıyor. Buradaki en önemli yapı, kuleleri devasa Buda yüzleriyle kaplı olan Bayon Tapınağı. Üç katlı lotus çiçeği goncası şeklinde yapılmış kule ve iki yüzün üstünde gülümseyen, aydınlanmış Buda yüzlerinin enerjisi ile buraya gelen her kişinin aradığı huzuru bulabileceği söyleniyor.

Biz buraya ulaştığımızda sıcak ve nemden perişan olmuş durumdayken ve bundan sonraki bölümleri nasıl gezeceğimizi düşünürken aniden başlayan yağmur sayesinde yolumuza rahatça devam ettik. O kadar büyüleyici bir yerdi ki; meditasyon mu yapsak, üst üste konulmuş küçük dilek taşlarının üstüne birer taş ta biz koyup, dilek mi tutsak, yoksa bir taşın üzerine oturup hayal alemine mi dalsak, yoksa yoksa ayakkabılarımızı çıkarıp, yağmurun altında ıslanarak şarkı söyleyip, topraklansak mı derken bir anda kendimizi hepsini yaparken bulduk ki; işte o an zaman durmuştu sanki…

Gitmeyi hedeflediğimiz en önemli tapınaklardan biri de Angelina Joly’nin, Tomb Raider” filminin çekildiği, Ta Prohm Tapınağı idi. Hava kararmadan turumuzu tamamlayabilmek için acele etmemiz gerekiyordu. Hızlıca tapınağa doğru ilerlerken yeni bir maceraya doğru yelkenimizi çoktan açmıştık. Ağaç köklerinin topraktan fırlamışçasına dizildiği yolda yürürken dilimiz tutulmuştu. Gözlerimize inanmakta güçlük çekiyorduk. Gördüklerimiz gerçek miydi, yoksa rüya mı görüyorduk. Tapınak bizi kendine doğru çekti ve içine alıverdi. O andan itibaren biz de sanki onun bir parçasıydık. Sanki “Gelin, beni görün” dercesine bizi çağırmış, biz de çağrısına yanıt verip, onun için geri dönmüştük…

Kralın annesi adına yaptırdığı bu tapınak belki de Angkor’daki tapınaklar içinde en ilginç ve en esrarengiz olanı. Khmer Krallığı’nın en ihtişamlı dönemlerinde komşu ülkelerden gelen tehditler sonucu terk edilmiş ve bölge ormanın içinde kaybolmuş. Ahtapot köklü banyan ağaçları, kökleri ile tüm tapınak taşlarını içine hapsetmiş ve yüzyıllar boyu koruyarak günümüze kadar ulaşmasını sağlamış. Hindu kültüründe banyan ağacına “dilek yerine getiren kutsal ağaç” anlamında “kalpaviksha” denirmiş. Yapıların en ilginç yönü içinden çıkan ve onu adeta sarıp sarmalayan bu devasa ağaç kökleriyle bir bütün oluşturması.

Tapınakta geçirdiğimiz uzun saatler sonunda dönme vakti geldiğinde, üstümüz başımız çamur ve toz içinde, yorgun ve bitkin, ama ruhumuz ve zihnimiz pırıl pırıldı. Sanki gençleşmiş, güzelleşmiş ve dinlenmiştik.

Apsaralar…

Hindu ve Budist mitolojisine göre, bulutların ve suyun dişi ruhunu temsil eden, güzel bir kadın görünümünde, Tanrılara dans etmek için doğmuş periler…

Tanrıçaların yeryüzündeki yansıması olarak kabul ediliyorlar ve aynı zamanda Khmer kadınının güzelliğini ve zekasını temsil ediyor. Dünya Mirası Listesi’ndeki Apsara dansının figürleri de, Tapınaklardaki çizimlerinden alınarak danslaştırılmış.

Sanatçıların katledildiği Kızıl Khmerler döneminde yok olmayla yüz yüze gelen Kamboçya’nın bu geleneksel dansı, Phnom Penh Güzel Sanatlar Akademisi’de ve Apsara Sanat Derneği ile yeniden hayat bulmuş. Hayatta kalanlar geleneği sürdürmek için çok çaba göstermişler.

Profesyonel dansçı olmak için dokuz yıl gibi uzun bir eğitimden geçmek, öncelikle doğru oturmayı öğrenmek ve eller ile parmakları doğru yerde tutmak gerekiyormuş. Apsara dansında bilekler esnek hareketlerle dansı süslediğinden, bilek ve parmak arasında kalan kısmı esnek hale getirmek oldukça önemliymiş.

Disiplinli bir çalışma isteyen bu dans binlerce figürden oluşuyor. Apsaraların ruhunu sahneye taşımak için uzun süre eğitilen dansçılar; bedeni saran renkli geleneksel ipek kıyafetler giyerek, saça takılan çiçekler, oldukça parlak ve detaylı başlıklar takarak, “Pin Turba” adı verilen vurmalı bir çalgı topluluğu eşliğinde, yavaş hareketlerle zarif bir dans gerçekleştiriyorlar.

Biz de güzel bir yemek ve müzik eşliğinde Apsara danslarını izlerken, sahnedeki görsel şölenden oldukça etkilendik…

Bir Dünya Harikası daha… Tonle Sap…

Öğrendik ki ; “Tonle” büyük, “Sap” ise özsu demekmiş. Üzerinde binlerce kişi yaşayan göl, Güneydoğu Asya’nın en büyük tatlı su rezervi…

Kamboçya için yaşam kaynağı olan, Mekong nehrinin beslediği göl, kuru mevsimde üç yüz bin metrekare alanı kaplarken, yağmurlar başladığında bu alan beş kat daha artıyormuş. Canlı türleri açısından çok zengin olan göl, aynı zamanda bir kuş cenneti.

Neredeyse hiç karaya basmadan yaşarken, aşırı yağışlar nedeniyle su seviyesi artınca köy yaşamında her şey duruyor. Bu durumda suyun akış yönüne göre yer değiştirmek zorunda kalıyorlar.

Yerleşim yerlerinde okul, polis karakolu, market, tapınak, hastane, benzin istasyonu dahil her şey yüzüyor. Balıkçılık ve timsah yetiştiriciliği yaparak geçimlerini sağlıyorlar. Hayvanlarını evlerin önüne yaptıkları bambudan verandalarda besliyor, sebze ve meyve yetiştiriyorlar.

Yüzen köylerde elektrik yok. Ancak neredeyse her evde uydu ve antenler görülebiliyor. Köyün jeneratör istasyonunda şarj edilen aküler güç kaynağı olarak kullanılıyor. Çocuk yaşta yüzmeyi, kürek çekmeyi, tekne kullanmayı iyi derecede öğrenen köy halkının yaşamı son derece hareketli.

Bildiğimiz yaşam şekillerinden oldukça farklı olan göl yaşamını ilk gördüğümde yadırgasam, zor olduğunu düşünsem de, yanlarından geçtiğimiz insanların bize coşkuyla el sallamalarından ve yüzlerindeki mutlu ifadelerden öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. Bana göre yaşamları nehrin akış yönüne uygun bir ritimde, bazen coşkulu, bazen sakin ve huzurlu akıp giderken, onlarda bu akış içindeki görevlerini yapıyorlar.

Malay-Asia…

Güneydoğu Asya’da, iki kara parçasına ayrılmış, on sekiz binden fazla ada devletinin birleşmesiyle oluşmuş. Burada Malay, Çinli ve Hint halkları bir arada yaşıyor. Bu nedenle buradan söz ederken “Kültürler mozaiği” demek en doğrusu…

Adını Melaka ağacından alan, Malezya tarihinin başlangıç noktası olarak kabul edilen şehirdeyiz şimdi de…

Bir kültür mirası, bir masal şehir Melaka, Portekiz, Hollanda ve İngiliz dönemlerinden kalma pek çok esere sahip. Koloni döneminden kalma binaları, farklı kültürlerin etkisinin hissedildiği rengarenk sokakları ile bizi hemen etkisi altına alıyor. Kaldığımız koloni bölgesinin içinden geçen Melaka nehrinin kıyısındaki rengarenk resimlerle bezenmiş binaların önünden geçerken şehrin büyüsünü içimizde hissetmememiz mümkün değil. Ünlü caddesi “Jonker Street” şık restoran ve cafeler, butik oteller oldukça fazla.

Akşam yemeğimizi yediğimiz “Geographer Cafe” de pek çok dünya gezgininin uğrak noktası.

Neredeyse yan yana inşa edilmiş cami, kilise ve tapınaklar farklı inançlara sahip insanların barış ve uyum içinde yaşamlarını sürdürebildiklerinin iyi bir örneği.

Kuala Lumpur ise Malezya’nın başkenti ve en kalabalık şehri…

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Gombak ve Klang nehirlerinin birleştiği yerde kurulmuş. Kelime anlamı “Çamurlu kavşak” olsa da bu ifade, şehrin şu anki görüntüsüne oldukça ters düşüyor.

Yüksek ve modern binaların yanında şehrin tropik iklimi, özgün kültürü, doğal güzellikleri, lüks havaalanı, şık restoranları, ışıl ışıl caddeleri ile tam bir sentez.

Dünyanın en yüksek binalarından olan Petronas İkiz Kuleleri Kuala Lumpur’un en önemli yapısı…

İçinde bir çok alış veriş merkezi, doğal bilimler müzesi “Petrosains”, bir senfoni orkestrası, bir sanat galerisi ve birçok büro olan dört yüz elli iki metre yüksekliğindeki kuleler bir çelik köprü ile birbirlerine bağlı.

Kuala Lumpur Kulesi, ise şehrin en önemli yerlerinden biri. Gözlem kulesi bölümünden şehrin manzarası oldukça etkileyici. Biz Petronas kulelerine çıkamasak ta bu kulenin iki yüz yetmiş metre yüksekliğindeki seyir bölümünden şehrin manzarasını keyifle izledik.

Hindular için kutsal bir ibadet yeri olan “Batu Mağarası”, dünyanın en büyük Hindu mağara tapınağı. Hacıların en çok ziyaret ettiği tapınaklar arasında olan mağara, yerden yüz metre yüksekte olup, Tapınak Mağarası, Karanlık Mağara ve Sanat Galerisi olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

Tapınak Mağarası en çok ziyaret edilen bölüm. İçeride çok sayıda irili ufaklı tapınma yerleri bulunuyor. İyi aydınlatılmış mağara içinde, Hindu efsanelerini anlatan çok sayıda süsleme var.

Mağaraya ulaşmak için iki yüz yetmiş iki basamaklı merdivenden çıkarken çok sayıda maymun da bize eşlik ediyor.

Merdivenlerin orta yerinde, Karanlık Mağara var. Dünyanın en nadir örümcek türlerinden Trapdoor Spider ve yarasalar bu mağaranın sakinleri arasında.

Sanat Galerisi…

Zeminde, üzerinde çok sayıda Hindu tanrılarına ait heykelleri olduğu bölüm. Burada küçük bir de göl var.

Mağaranın önünde yükselen kırk üç metre yüksekliğindeki altın renkli Lord Murugan heykeli, dünyanın en büyük heykeli.

Batu mağaralarında her yıl ocak ayında yapılan Hindu festivalinde pek çok inanç sahibi burayı ziyaret ediyor. Bu festival sırasında inanç sahipleri şişler ile yanak, dil ve derilerini delerek pişmanlıklarını, ifade ediyor,kefalet ödüyorlar. Lord Murugan heykelini yıkamak için testiler ile buraya süt taşıyorlar.

Galeri Kuala Lumpur, şehrin şu anki ve kurulumundan bu yana gelişiminin izlenebildiği önemli bir kent müzesi. Bütün şehrin maketini de ışıklı gösteri eşliğinde izlerken hayranlığımızı gizlememiz mümkün değil.

Ve…

Tünellerle başlayan, kuleler ile son bulan masalsı yolculumuzun sonunda yaşamımı sürdürdüğüm yere hiç benzemeyen yerlerde gördüklerim, duyduklarım, tattıklarım ve hissettiklerimin yaşamıma neler kattığını düşünürken aklımdan,

Kitaro’nun; “İç huzuruma kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta, bir başka ülkenin, herhangi bir sokağındaki, benimle hiçbir benzerliği olmayan bir dilenciyle eşit olduğumu fark etmemdir” cümlesinin geçtiğini fark ediyorum…