Bir Yudum Köy: Şirince

“O zamana kadar, köyde cinayet işlendiği duyulmuş şey değildi. Sadece bir kere, o da bir dilberin güzel gözleri için, tanıklar huzurunda iki delikanlı mertçe vuruşmuşlardı” diyerek devam ediyor… “Hani, köylüyü iliğine kadar sömüren büyük toprak ağaları vardır ya, bizim orada yerleri yoktu onların. Kendi arazisinin efendisiydi her köylü” derken iki halkın, aynı toprak parçası üzerinde kardeşçe ve barış içerisinde yaşayışlarını, aralarındaki dostluk, dayanışma, sevgi ve bağlılığı anlatıyor Dido Sotiriou’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabının kahramanı, Rum çiftçini oğlu Manoli…

Ve ben, Samos adasının Manolates köyünde gezerken, merdivenlerde oturup, sohbet ettiğim kadınlardan birinin “Nereden geldiniz?” sorusuna “Türkiye’den” yanıtını verdiğimde, gözleri yaşlı, “Dedem de Selçuk’un Kırkıca köyünden gelmiş buralara. Kilisenin papazıymış. Orada o kadar mutluymuşlar ki; “Türkler ile kardeş gibiydik. Kimse diğerinin inancına karışmaz, herkes kendi işine bakar, komşularımız ile barış içinde yaşardık” diye anlatırdı.”

Sözleri ne kadar benzer değil mi?

Defalarca gitmiş olmama rağmen her gidişimde yeni yerlerini keşfettiğim Şirince

Rivayete göre, dağlara çıkan kırk kişiye ithaf edilerek, buraya önceleri “Kırkıca” denilmiş. Daha sonra “Kirkice”, “Kirkince”, “Çirkince”ye dönüşen adı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında dönemin İzmir valisi Kazım Dirik’in talimatıyla “Şirince” olmuş.

“Dağdaki Efes” adı ile anılması ise köyün, köklü bir geçmişe sahip olduğunu gösteriyor.

Şirince’nin, Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla burada yaşayamaz hale gelen bölge insanlarının, daha yüksekte kurdukları ve adına “Yukarı Efes” de dedikleri köy olduğu söyleniyor.

Bir başka kaynağa göre, derebeylik döneminde, derebeyinin yanında çalışan köylülerden bir grubun azad edilerek, dağların arasında, yeşillerin içinde, güzel mi güzel bu yere yerleşmek istemesi ile başlamış buranın hikayesi… Derebeyinin “Yerleşeceğiniz yer güzel mi?” sorusuna köylüler “Çirkince” deyince, Bey de “Öyleyse köyünüzün adı ‘Çirkince’ olsun” diyerek köyün adını vermiş.

Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde iken, buranın nüfusunun çoğunluğunu Rumlar oluştururmuş. Türkler’in daha azınlıkta olduğu köyde yaklaşık bin sekiz yüz hane varmış. Özellikle incir ve üzüm üretiminde uzmanlaşan köyde o dönemde evlerin kapısı hep açık olur, Rum ve Türk çocuklar sokakta birlikte oynarlar, iki halk kardeşçe yaşarmış.

Yüzyılın başlarına kadar oldukça sakin olan hayatları, Yunanistan’dan sürülmüş göçmenlerin kışkırtmalarıyla hareketlenmeye başlamış. O güne kadar ortada olmayan düşmanlık, kara bir bulut gibi çöküvermiş üzerlerine…

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kendilerini korkunç bir vahşet ve şiddetin içinde bulmuşlar. O güne kadar komşu olan, acılarını, sevinçlerini paylaşan, diğerinin geleneklerine, değerlerine saygılı olan iki halk, birbirlerini düşman gibi görmeye başlamışlar…

Savaş zamanı Şirince’nin gençleri “Amele Taburu” denilen birliklere kaydedilmiş. Ancak taburdan kaçanlar, Türkler’e karşı dağlarda çetecilik yapmışlar. 1918 yılında anlaşma yapılmasıyla sağ kalanlar köylerine tekrar geri dönmüşler. Kurtuluş savaşı sonrasında da, köylülerin pek çoğu Yunanistan’a göç etmişler. Böylece Şirince kalan birkaç yaşlı dışında, ıssız bir köye dönüşmüş.

1924 yılında imzalanan mübadele anlaşması ile buradaki Rumlar Yunanistan’a gönderilerek, boşalan yerlere, Yunanistan’ın Selanik, Provusta, Kavala köylerinden, tütün işçisi olan Türkler’in getirilmesiyle köy yeniden canlanmaya başlamış. İlk yıllarda, köyün üzüm, incir, zeytinciliğe dayalı olan ekonomisi, yeni gelenlerin toprağı kullanamaması nedeniyle oldukça gerilemiş. Ancak son yıllarda artan turistik önemine paralel olarak, bu işler yeniden gelişmeye başlamış.

Üzüm bağları, şeftali, incir, elma, ceviz, kiraz bahçeleri ve zeytinliklerle çevrili bir yamaçta yer alan, tarihi mimarisi özenle korunmuş Şirince’de, köy kadınları el emeği, göz nuru dantelleri, sehpa örtülerini, oyalı yemenileri, yün eldiven, çorap gibi el işlerini hem evlerinde, hem de köy meydanında kurdukları çarşıda köye gelen ziyaretçilerin beğenisine sunuyorlar.

Üzümün bu kadar bol olduğu köyde herkes kendi şarabını üretiyor. Çarşı içindeki şarap evlerinin kapısından geçerken, size şaraplarını tattırmak isteyenlerin sayısı oldukça fazla.

Yemek yenilebilecek oldukça çok sayıda restoran ve gözleme yapan bahçeler var. Buralarda gözleme yerken ayranın yanı sıra, ev şaraplarını da tatmak mümkün.

Bir dönem önemli bir dini merkez olan köyde Saint Jean Kilisesi’nin yanı sıra restorasyonu yeni tamamlanmış olan Saint Dimitros Kilisesi, tipik Yunan mimarisi özelliğini taşıyan, şu an restoran olarak kullanılan, eski ilkokul binası ve çok sayıda manastır var.

Bülbül dağında yaşadığı dönemde Hazreti Meryem’e bu köyün baktığı, yiyecek, giyecek ihtiyaçlarının buradan karşılandığı da söylenceler arasında…

Bahçesi tüm Şirince’nin manzarasına hakim olan, Saint Jean Kilisesi’nde tarihi bir şarap mahzeni de var. Şarap denemelerinin yanı sıra, satışı da yapılıyor.

Günümüzde Şirince’ye gelen herkes doğal olarak, turizm için düzenlenmiş bölümde geziniyor, yemek yiyor, şarap içiyor.

Bir de Şirince’nin turistik olmayan, daracık Arnavut kaldırımlı sokaklarında keçilerin gezindiği mahalleleri var. Siz oralara hiç gittiniz mi? Eğer gitmediyseniz bir kerecik gidin derim. Yol üstünde, kapı önlerinde oturmuş güler yüzlü köylüler ile sohbet etmek oldukça keyifli. Turistik bölümün tersine, orada köylüler ikramlarını size karşılıksız olarak yapıyorlar. Onlar için sizlerle sohbet etmek çok daha değerli…

“Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah!…
Ve yan yana… Omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden.
Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik
kardeşler, dostlar, hemşeriler…
Koskoca bir kuşak durup dururken katletti kendini…
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı
Benden selam söyle Anadolu’ya…
Topraklarını kanla suladık diye bize garezleşmesin.
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin…”

Kökleri Anadolu’da olan, savaş sonrası Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanlı yazar Dido Sotiriou’nun kitabından alınmış bu dizeler, ülkemizin kültür mozaiğinde önemli yeri olan Rumların, savaş öncesinde ve savaş sırasındaki yaşamlarından bölümler sunuyor. Ve 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’ne layık görülüyor…

Dido Sotiriou ise; ‘Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte, doğduğum il olan Aydın’da yaşadım. 1922’de Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a, amcalarımın yanına gitmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü oraya. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan bir kitap yazma isteği içimde çığ gibi büyüyordu. 1962 yılında, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabım yayınlandı. Bence ilk kez gerçekleri ortaya koyan bu kitapta geçenler tümüyle tarafsız bir gözle yazıldı’ diyor kitabını tanıtırken…

Biz de, “Anadolu’nun da sana ve senin gibi dostlara selamı var… Savaşlar sona ersin… Barış gelsin artık…” diyoruz sevgiyle…