Bir Zaman Hikayesi – Kapılar Kapandığında

Pantha rhei, pantha khorei, kai udem menei…
Her şey akar, her şey devinir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz…
Binlerce yıl önce söylenmiş ve Efesli Herakleitos ile özdeşleşmiş olan bu deyiş; doğada hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her anın bir önceki ve bir sonraki andan farklı olduğunu öyle güzel anlatır ki…
Yaşamımız boyunca an gelir derin sularda, an gelir bir dağın tepesinde buluruz kendimizi, bazen dipsiz bir kuyuda, bazen de dünyaya hapsolmuş hissederiz…
Son cümle, bundan altı ay önce bizler için pek anlam ifade eden bir cümle olmasa da, içinde bulunduğumuz şu günlerde çoğumuzun “Evet evet, aynen bu şekilde hissediyorum” diyebileceği bir cümle belki de…
Hangimizin aklına gelirdi ki; gün gelecek dünyanın bir ucunda bir virüs çıkacak, bulunduğu yerde pek çok insanı hasta edecek, sonra şehrin sınırlarını aşacak ülkeye, daha sonra komşularına ve nihayetinde tüm dünyaya yayılacak…
Çok şaşırdık belki, ama oldu işte…
Konu üzerine kimisi gerçek, kimisi kurgu pek çok şey söylenip, pek çok şey yazılıyor, videolar hazırlanıyor, açık oturumlar yapılıyor. Şöyle yapın, şunu yiyin, bunu yemekten kaçının deniyor. Bunların kimisine kafamız yatıyor, kimisine ise inanmıyoruz. Kimimiz bu tehlike geçtiğinde, sokağa çıktığımızda “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken, kimimiz ise “Her şey yine eskisi gibi olmaya devam edecek” diyor. Hepimizin kafası karmakarışık. Benim de öyle…
Evet… Neredeyse bütün dünya evlere kapandı. İşinin ya da yaşamının şartları nedeniyle sokağa çıkmak zorunda olanlar da yok değil. Pek çoğumuz olağanüstü haller dışında hiç bu kadar uzun süre evde kalmamıştık. Zira okul ve iş hayatlarımız bizleri daha fazlasıyla evlerimizin dışında tuttu. Ara sıra evlerimizi özlesek de, dışarıyı daha çok sevdik. İki gün üst üste evde kalsak, sıkılır olduk. Şimdi ise, “Sıkıldım” deme şansımız bile yok. Hele evde olmak isteyip de olamayanlar ile her gün hastalık ile burun buruna olanları düşündükçe…
Bu durumun hepimiz üzerindeki etkisi değişik oldu elbette…
Ülkemizde ve dünyada orta yaş ve üzerindekilerin ya büyükanne ve büyükbabaları, ya da anne ve babaları savaş görmüş, ya da savaşın olumsuz etkilerini yaşamışlardır…
Çoğumuzun kulağında “Eski zaman hikâyeleri” olarak anlatılan hikâyeleri vardır o dönemlerin…
Benim kulağımda kalan bu tür çok hikâye var. Örneğin babaannemden dinlediğim “Savaş ve yokluk günleri hikâyeleri” ile yaşanmışlıkların sonucunda üzerlerine sinmiş, şahidi olduğum davranış şekilleri…
Ben küçükken babaannem çerez ve kuru yemişleri hep oturduğumuz tahta divanın altındaki sepetlerden çıkarır, tabaklarımıza azar azar koyardı. Tabağımızdaki çerezler az olduğu için çabucak bitirirdik. Ama “Biraz daha alabilir miyim?” demeye çekinirdik. Dedem isteğimizi anlayıp, divanın altını göz ucu ile işaret ederek, “Huriye Hanım çocuklara biraz daha çerez çıkar” deyince, babaannem ise “Anaaa hepsi bir günde mi bitsin? Yarına da kalsın. Yarın ne yiyecekler” diye dedeme sitem ederdi. Aslında divanın altında belki de on gün yetecek kadar çerez vardı. Ama canım babaannem savaş görmüştü, yokluk görmüştü. İktisatlı davranmak, saklamak artık neredeyse hücrelerine yerleşmişti. Çocuklar istediğinde yok dememek için çerez, yemiş, şeker, pirinç gibi pek çok şeyin bir kısmını hep bir yerlere saklardı. Bir anda bitivermesin diye…
Hatta bir misafir gününde geç gelenlere ikramlık bir şey kalmadığı için annem ile halamın telaşlandığını fark ederek, sakince tel dolaptan yedeklediklerini çıkarınca halamın “Pes artık anne” deyişini hiç unutmam. Hınzırca gülerek “Gördünüz mü? Bir kısmını ayırmasam hepsi yenecekti. Gelenlere ne ikram edecektiniz?” derken ne tatlıydı. O zamanlar bu davranışları hepimize biraz tuhaf gelirdi. Hatta biraz cimri olduğunu bile düşünürdük. Ama değildi. Tam tersi yedirmeyi, içirmeyi pek severdi…
Şimdilerde onu çok iyi anlıyorum.
Annem ve babamdan ise 2. Dünya Savaşı yıllarında ülkemizde büyük yokluk yaşandığını, ekmeğin bile karne ile dağıtıldığını çok dinledik. Hatta dedemin babadan kalma evini satıp, savaş boyunca karaborsadan fahiş fiyatlarla ekmek alarak, bütün evin parasını bitirdiği hikâyesi ise kulaklarımızdan hiç çıkmadı…
Esasen her ne kadar bizim neslimiz bunları dinleyerek, belki bir kısmını yaşayarak büyüdüyse bile yine de biz biraz savruk olduk. Ben annemin hiç yemek döktüğünü görmesem de, gün geldi dolabın bir kenarında unuttuğum için bozulmuş yemeği döktüğüm gibi bayatlamış ekmekleri çöpe attığım da çok oldu.
Şimdi evlere kapandığımız bu günlerde büyüklerimi neredeyse her gün anıyorum. Zira üretimin son derece azaldığı bu günlerde ben de hiçbir şeyi israf etmek istemiyorum. Alışveriş için sokağa çıkmanın ve sanal marketlerden sipariş vermenin risklerinin yanı sıra, bu durumun üretimi ve tarımı bitirme noktasına getirebileceğini düşünmeden edemiyorum. Bu yüzden evimizdeki mevcut malzemeyi en iktisatlı bir şekilde kullanmalıyız diye düşünüyorum. Örnek vermem gerekirse; limon ve portakalların bile kabuklarını artık atmıyor, içine tarçın ve karanfil de koyduğum narenciye çayına dönüştürüyorum. Bayatlamış ekmeklerden yumurtalı ekmek, içine süt koyarak papara yapıyor, nohut yemeğinden kalmış nohutları çorbanın içine atıyorum.
Yapılabilecekler saymakla bitmez…
Tanıdığım pek çok arkadaşım artık ekmeğini, yoğurdunu kendisi yapıyor.
Yani bildiğimiz ama unuttuklarımızı yeniden hatırlamaya başladık biz…
“Her şerde bir hayır vardır”, “Kahır yüzünden lütuf” sözleri ne kadar da doğru…
Üretimin bu kadar azaldığı, tarımın can çekiştiği dönemde “Gıdayı israf etmek” neredeyse cinayete eş değer…
Lütuflar bu kadarla da bitmiyor. Pek çoğumuz yoğun iş yaşamlarımız nedeniyle satın alıp da okumadan kütüphanelerinde bekleyen kitapları okumaya koyuldular. Belki hayatlarında okumadıkları kadar çok kitap okudular. Kimilerimiz uzun zamandır yanına yaklaşmadıkları tuvallerini, boyalarını tekrar çıkarıp, resim yapmaya başladılar. Kimilerinin içinden aşçı ruhu çıktı, muhteşem yemekler, kekler, tatlılar yaptılar. Kimisi evin ücra bir köşesine terk ettiği dikiş makinesini temizleyip, yağlayıp tekrar dikiş dikmeye, şişlerini, yünlerini çıkarıp örgü örüp, nakış yapmaya başladı. Birbirlerine örnekler, ekmek ve yemek tarifleri vermeye, sağlıklı ve katkısız gıdalar için bahçelerinde, balkonlarında sebze ve yetiştirmeye başladılar.
Zor günde birlik olmanın ve yardımlaşmanın ne denli önemli olduğunu, dışarı çıkamayan komşusunun ihtiyaçlarını karşılamanın değerini, yıllarca kazanmak için peşinden koşulan paranın bazı durumlarda ne kadar kifayetsiz kalabileceğini hatırladılar…
Sağlıklı uykunun, egzersizin, bir yudum temiz oksijenin değerini hatırladılar…
Hastalığı birbirlerine taşımamak için anneler, babalar, evlatlar birbirlerinden uzak kaldılar. Özlem duygusu yerini koruma, gözetme duygusuna bıraktı.
Yani kısaca unuttuğumuz değerleri hatırladık yeniden…
En önemlisi ailenin, dostluğun, arkadaşlığın, sevginin, sarılmanın, birbirimize ayırmadığımız zamanların ne denli kıymetli olduğunu…
Evet… Efesli Herakleitos’un dediği gibi belki “Her şey akar, her şey devinir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz.” ama kim bilir bu günlerde yaşadıklarımızdan hatırladığımız değerli duygular ve davranışlar bizim de hücrelerimize tekrar yerleşir.
Belki biz de bu günleri torunlarımıza “Bir eski zaman hikayesi” olarak anlatırız. Kimbilir…