Mavi Ayakkabılı Kız

Annem, “Karşıyaka’da…” diye söze başlayıp, derin bir nefes aldı ve devam etti. “Zişan teyzen, halasının torunu Güner’i pek övdü. Necibe ile görmeye gitsek diyorum. Ne dersin?” Ağabeyimin bu defa itiraz etmemesinin şaşkınlığı ve sevinciyle neredeyse daha kızı görmeden evlilik hazırlıklarına başlayacaktık. Randevu almaları için Zişan teyzemleri aradık. Haber çabuk geldi. Çarşamba günü öğleden sonra bekliyorlardı.
Bir işe niyet edildiğinde annem, istihare namazını kılmadan yatmazdı. Sabah kalktığında, iş hayırlı ise yüzü gülerdi, bu defa pek keyifli görünmüyordu. Önemsemedim. Zaten o da yeni diktiğim deve tüyü rengi tayyörünü ve pembe ipek bluzunu ütülemeye başlamıştı bile. Gezmeye giderken takmayı ihmal etmediği inci kolyesini, elmas küpelerini ve tek taş yüzüğünü de konsolun üstüne çıkarmıştı. Şıklığı severdi. Tabi bu şıklıkta benim de payım büyüktü. Son moda elbiseleri önce anneme ve kardeşime dikerdim…
Hazırlanıp aşağıya indiğimde hala giyinmemişti. Neden giyinmediğini soracak oldum, sorma dercesine bakışı karşısında vazgeçtim. Huzursuzlanmıştım… Ağır ağır giyindi, ipek şarpasını bağladı ve kapının girişindeki divana oturdu. Topuklu ayakkabılarını ve vidala deri çantasını bez torbalarından çıkardı. Ayakkabılarını giyip, sürdüğü yasemin kokusunu içine koyduğu çantasını koluna astığında artık gitmeye hazırdı. Ancak evden çıktığımızda bir gün önceki hevesi kalmamıştı.
13:20 vapuruna yetişmek üzere garın karşısındaki troleybüs durağına aceleyle inerken, her zamanki gibi kapısının önünde oturan Naile hanım teyze “Nereye böyle ana kız acele acele?” diyerek yolumuzu kesti. Annem bir yere giderken yolda karşılaştığı kişi “uğur ola?” demezse birkaç adım geri döner, soruyu soranın tekrar sormasını isterdi. Naile hanım teyze bunu bildiği halde sohbet hoşuna gittiğinden mi yoksa çocukluk arkadaşı annemi kızdırmak için mi bilinmez her defasında aynı şeyi yapar, ağzımızdan lafı almadan da bırakmazdı. Annem keyifli olsa uzun uzun anlatırdı. Ama bu defa “Karşıyaka’ya bir akrabalarımızın gününe gidiyoruz.” diyerek kısa kesti. Şehit Fethi Bey Ortaokulu’nun önünden geçip, Altınpark’ın önüne geldiğimizde bu defa da alışverişten dönmekte olan kızı Gülay’ı çınarın altında dinlenirken gördük. “Necibe abla, uğur ola böyle giyinip kuşanıp?” derken annem lafını kesti. “Kızım Gülay, oyalama bizi, vapura yetişeceğiz, sonra anlatırız.” diyerek Gülay’ı da atlattı. Genelde bizim her gezmeye gidişimiz bu şekilde olurdu. Sabahtan işini bitirenler kapısının önüne oturmaya çıktığı için de mutlaka birine yakalanırdınız. Tüm engelleri aşarak durağa geldiğimizde, troleybüs yolcularını almış, kapılarını kapatmıştı. Ayağımızdaki ayakkabılar ile de koşmamız mümkün değildi. Bir sonrakini beklemeye başladık. Bu durumda belki de vapuru kaçıracak, sonraki için ise 20 dakika beklemek zorunda kalacaktık. Zişan teyzemler kardeşi ile beraber bizi Karşıyaka’da, iskelede karşılayacaktı. Troleybüs çabuk geldi ama aksilik bu ya Gümrük’e geldiğimizde bu sefer de boynuzu düştü. Boynuzun düşmesi, troleybüs seyahatlerinde alışılmış bir durumdu ama bu defa çok geç kaldığımızdan gerilmiştik. Konak iskelenin önünde indiğimizde Efes vapuru halatlarını çekmiş ve biz de üst kattaki ön güvertede oturarak seyahat etme şansımızı yitirmiştik.
Biletlerimizi alıp salonda beklerken, annem Naile hanım teyze ve Gülay’a söyleniyordu. “Her şerde bir hayır vardır.” derken, gözüm karşıdan annesi ile gelen mavi ayakkabılı kıza takıldı. Nereden tanıdığımı düşünürken bana gülümsediğini fark ettim. Annem ise, “Nereden tanıyorsun? Ne güzel kız. Annesi de ne kadar hanımefendi.” deyip duruyordu. Birden canlanıvermişti. Bu arada kızın annesinin gözü de annemin üzerindeydi. Tayyörüne baktığını düşündüm ve elbette çok hoşuma gitti. Annem “Hadi git, adreslerini al.” diyerek kolumu çekiştirmeye başladı. O zamanlar kibarca adres istenmesi o kıza “Görücü gidilecek” anlamına gelirdi. “Ama, önce Karşıyaka’daki kızı bir görelim…” desem de annemi ikna edemedim. O zaman döküldü; “Zaten istiharem iyi çıkmadı. O iş olmayacak. Ben söz verdiğimiz için gidiyorum. Bu kızı çok beğendim. Git adreslerini al.” diye ısrar edip durdu. “İstiharem iyi çıkmadı.” sözü kafama takılsa da bunu konuşmayı daha sonraya bırakıp yerimden kalktım ve karşı sıramızda oturan anne kızın yanına gittim. “Sanırım siz Kız Lisesinde benden bir alt sınıftaydınız değil mi?” dedim. O da “Evet… Ben Fatoş. Özür dilerim isminizi hatırlayamadım.” diye yanıt verdi. Adımı söyledim. Adreslerini istedim. Birbirlerine bakıp hafifçe tebessüm ettiler. Fatoş hafif bir kafa sallamasıyla annesine onay verdi. Halil Rıfat Paşa Caddesi’ndeki 95’in Kahvesi’nin üst sokağında oturuyorlarmış. Adreslerini alıp yanlarından ayrıldım. Bu arada vapur da yanaşmıştı. Selamlaşıp ayrıldık.
Zişan teyzeler iskelenin kapısındaydılar. Daha da geç kalmamak için faytona bindik. Yalı Caddesi’nde, gül bahçesinin ortasındaki iki katlı, muhteşem evin kapısı çalar çalmaz açıldı. Oldukça geç kalmıştık… Karşımızdaki genç hanım, moda dergisi kapağındaki bir yıldız gibi şık görünüyordu. Saçları, ensesinde örgü bir topuz ile toplanmış, dar ipek elbisesi, inci kolye ve küpeleri ile bir bütün oluşturuyor, ayağındaki çivi topuk ayakkabıları ise giyimini tamamlıyordu. Annesi ile teyzeleri bizi salonda karşıladılar. Pencerenin yanındaki şık çay masasının ardından görünen körfez manzarası sanki yağlıboya bir tablo gibiydi. Beyaz işten örtülerin üzerindeki ikramlara fazlasıyla özen gösterilmişti. Bavyera porselen takımları ise o yıllarda Türkiye’de bulma imkanı yoktu. Ali Galip’te hazırlattığım çikolataları Güner’e verdikten sonra oturma kısmına geçtik. Hatırlar soruldu ve havadan sudan sohbetler başladı. Annem sohbetlere pek katılmıyor, kısa cümleler ile geçiştiriyordu. Bir yandan aileyi fazla abartılı bulduğunu düşünsem de esas huzursuzluğunun sabahtan başladığını biliyor ve merak ediyordum. Arada sırada da beni dürtükleyip “Vapurdaki kız başkaydı.” diyordu. Ortalığı idare etmek için ilginç sohbetler ve ortak tanıdıklar bulmaya çalışıyordum. Kızcağıza doğru düzgün bakmamıştı bile. İnsanlar ise gözümüzün içine bakıyor, annemin soğuk davranışına anlam veremiyorlardı. Annem, ikramlarımızı aldıktan kısa bir süre sonra kalkmak istedi. Biraz daha oturmak için ikna edebildim ama kalktığımızda saat henüz beş bile olmamıştı.
Zişan teyzeler Nergis tarafında oturduklarından kapının önünde ayrıldık. Vakit erken olduğundan bu defa iskeleye yürümeye karar verdik. Annem, çocukluğunun bir bölümü Nergis’te geçtiğinden Karşıyaka’yı çok severdi. Her gelişimizde ise tam anlamıyla Karşıyaka’nın tadını çıkarmak ister, iskelenin karşısındaki lokmacıda lokmasını yemeden de eve dönmezdi. Lokmalarımızı yerken, gelen Efes vapurunu görüp, kalktık. Bu defa üst kattaki güvertede oturabilecektik.
Eve girer girmez Fatoş’u anlatmaya başlayan anneme ağabeyim ve kardeşim şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Kardeşim, “Görmeye gittiğiniz kız nasıl?” diyebildi bir ara. Duymamış gibi yapıp “Necibe de okuldan tanıyormuş zaten. Adreslerini aldık. Hemen görmeye gidelim.” diye devam etti ve de sonunda ne yapıp edip bizi ertesi gün gitmeye ikna etti. Hepimizin kafası Güner hakkında neden konuşmak istemediğine takılsa da annemin hislerinde fazla yanılmadığını bildiğimizden fazla üstüne gitmedik.
Sabah olduğunda yine aynı hazırlıkları yaptık ve bu defa yanımıza kardeşim Sevinç’i de alarak öğle saatlerinde yola koyulduk.Troleybüsten Konak’ta inip, Bahribaba Parkı’nın içinden Halil Rıfat Paşa Caddesi’ne çıktık. 95’in Kahvesi’nin önüne geldiğimizde, elinde bir buz torbası, kloş etekli elbisesi, aynı mavi ayakkabıları ile seke seke yürüyerek karşıdan gelen Fatoş’u gördüğümde sanki onunla uzun yıllar devam edecek sevgi bağımızın temelinin o gün atıldığını hissettim. Bizi görünce şaşırdı. Birkaç adım önden gidip Fatoş’un yanına onlardan evvel geldim ve kendilerine geldiğimizi söyledim. Bir an telaşlandı ama çabuk toparlanıp “Buyurun birlikte gidelim.” dedi. İkimiz önde, annem ve kardeşim arkada kısa bir yokuş çıktıktan sonra evlerine ulaştık.
Sonradan öğrendiğimize göre annesi, pencereden bakarken, ablasının ölümünden sonra görücülere çıkmaya çok zor ikna ettiği kızının bizi peşine takıp getirdiğini görünce, gülmemek için kendini içeri zor atmış…
Kapıda bizi görümcesi Naime hanım ile karşıladılar. Fatoş eve girer girmez yok oldu ve ikram yapılana kadar da çıkmadı. Çilek şerbeti ile kurabiyelerimizi yerken, kırk yıllık dostmuşuz gibi sıcak bir sohbet ortamı vardı. Annemin yüzü bu gün artık gülüyordu. Bu defa da kalkmak bilmedi. Zaten insanların evine habersiz gelmiştik. Bir gün öncenin tersine kalkmaya ikna etmem gerekiyordu. Uzun bir misafirlikten sonra kalktık. Kendilerinden tekrar bir akşam gelmek için tarih bildirmelerini rica ederek ayrılırken Leman Hanım teyzenin gülen gözleri kısa bir zaman sonra haber geleceğinin işaretiydi sanki.
Annem yolda istemeye giderken götüreceklerimizi, nişan ve düğünü, takılacak takıları bir anda organize ediverdi. Ağabeyimin bir yurtdışı görevi daha çıkmadan evlenmesi, gidecekse de eşi ile beraber gitmesi çabasındaydı. Söylemese de bir daha yalnız giderse dönmeyeceği endişesini taşıyordu içinde.
Eve geldiğimizde ağabeyimi işten dönmüş bahçede bizi beklerken bulduk. “Hayırdır inşallah oğlum erken gelmişsin?” diye sorarken annemin planlarını bozacak bir haber alacağından endişe duyduğunu fark ettim. Ben de meraklanmıştım ama ağabeyim anlatana kadar sabırla bekledim. Fazla uzatmadan önümüzdeki ay başında en az iki yıl sürecek bir eğitim için Amerika’ya gitme ihtimalinin doğduğunu söyleyiverdi. Korktuğu başına gelen annem havuzun kenarına çöktü kaldı. Gözünden yaşlar bir anda dökülüverdi. “Biliyordum…” diye kendi kendine söylenmeye başladı. “Göklerden kurtulduk derken, yaban ellere vereceğiz oğulcuğumu. Artık kim bilir ne zaman görürüz.” diyerek içeri girdi.
Pilot olan ağabeyim ile daima gurur duysa da, oda arkadaşının şehit olmasının ardından sınıf değiştirme kararı alan ağabeyimin bu kararı annemin rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Ama bu sefer de gideceği yurt dışı görevlerden uzun süre dönmezse düşüncesi içini kemirmeye başlamıştı. Sevinçli bir haber verdiğini düşünen ağabeyim bu tavrı pek anlayamamıştı ama fazla da üstelemedi. Bence de annem biraz abartıyordu…
Bu arada Günerlere ne diyeceğimizi düşünmeye başlamıştım. Bir ara annemi sıkıştırıp niye fikir değiştirdiğini öğrenmeliydim. Ama bu çok zordu. Defalarca denesem de yanıt alamadım. Zişan teyzemlere telefon edip, ağabeyimin Amerika’ya gitme durumunu bahane ederek olumsuz yanıt verme işi elbette yine bana düştü. Ama hala içim rahat değildi.
İki gün sonra Fatoş’lardan da bir sonraki hafta cumartesi akşamı bizi bekledikleri haberi geldi. Ağabeyimin durumu henüz kesinleşmese de o da Fatoş’u mutlaka görmek istiyordu. Bir hafta zor geçti. Babam ve ağabeyim ile beraber Fatoş’ların kapısında geldiğimizde annem “İçimdeki ses bu işin yoluna gireceğini söylüyor. Hadi bakalım hayırlısı diyerek aşağıdan zile bastı.” Aynı samimiyetle karşılandık. Ağabeyim ve Fatoş’un birbirlerini ilk anda beğendikleri gözümden kaçmamıştı. Gece boyunca birbirlerine kaçamak bakışlarını onlara hissettirmeden yakalamak benim için de eğlence olmuştu. Babaların da kaynaşması ortamın bir an önce ısınmasını sağladı. Ayrılırken o gece orada olan herkesin bu işi onayladığı yüzünden belliydi ama bizi bu sefer de başka bir düşünce almıştı. Ne olacaktı bu Amerika işi? Ya yarın haftaya gidiyorsunuz diye haber gelirse… Ağabeyim için de durum zorlaşmıştı. Fatoş hem çok güzel hem de çok akıllı bir kızdı. O da eşini bulduğundan emindi artık. Önümüzdeki günler sancılı geçti. Bu defa annem Amerika işinin ertelenmesi için dua ediyordu. Aslında ağabeyim için çok iyi bir fırsattı. Orada iki yıl daha üniversitede okuyacaktı. Ertelenirse annemin tam da istediği olacaktı. O zaman evlenerek gidebilirdi.
Ağabeyimin bir gün eve yüzünde sıkkın bir ifade ile gelmesi haberin geldiğinin işaretiydi. İşte korktuğumuz başımıza gelmişti. Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Yine de, annem “Hakkında hayırlısı. Ne yapalım. Sağlık olsun. Mesleğinde başarılı olsun. Belki de Fatoş da bekler.” diye kendi kendini teselli etmeye başlamıştı bile. Bu tür durumlarda hep yaptığı gibi “Gidip namazımı kılayım” diyerek odadan çıkarken ağabeyim dayanamayıp gülmeye başladı. “Anne gidişim bir buçuk yıl ertelendi.” demesiyle annem bir anda gözünde biriken yaşları bırakıverdi. Ağabeyime sıkıca sarılıp “Çok şükür dualarım kabul oldu.” derken bir yandan da ağabeyimin sırtına yumruklarını indirmeyi ihmal etmedi.
Ertesi gün akşam için Fatoş’lardan randevu almak üzere haber gönderdik. Onlar da bizden haber bekliyorlarmış. İsteme, söz, nişan törenlerinin ardından altı ay sonra evlendiler… Bir yıl sonra kucaklarında bebekleri ile Amerika’ya giderken, ortanca kızlarının doğumuna dört ay kala döneceklerini bilmiyorlardı…
Şimdi siz annemin neden Güner’i istemediğini merak ediyorsunuz biliyorum. Ben de annemden yıllar sonra öğrendim. Hatta daha sonra da Güner’i izledim. Annemin haklı olduğunu da anladım.
Bu arada eğer o gün vapura yetişebilseydik bu öykünün yazarı da dünyaya gelemeyecek, siz de bu öyküyü okuyamayacaktınız…
Belki bir başka öyküde o size Güner’i anlatır…