Nar Ağacının Altındaki Deniz Kabukları

“Kuzulukları biraz açar mısın, temiz hava almak istiyorum” dedi.
Hastane odasındaydık. Babam uzun zamandan beri ilk kez konuşuyordu. Kendini evinde sanmıştı. Pencereyi açtım. “Şimdi de bana ispencin çekmecesinden sigaramı getiriver kızım” dedi. Telaşlandım. Odadan sofaya çıkarmışçasına doktorun odasına gittim. “Sigara istiyor” dedim, “Verin” dedi.

Yapılacak fazla bir şey kalmamıştı. İçimdeki acı dayanılmazdı. Yapmam gereken tek şey babamı son anlarında üzmemekti. Çantamdan bir sigara çıkarıp yaktım ve babama verdim. Sadece iki nefes çekebildi. Sanki uzun zamandır ayrı kaldığı dostuna kavuşmuş gibiydi. Sigaraya on iki yaşında başlamış, ömrü boyunca içmişti. Dükkanını kapattıktan sonra kısa bir süre çalıştığı soğuk hava deposunda üşüttüğü ciğerleri sigaranın da etkisi ile artık dayanamaz olmuştu. Uzun zamandır oksijene bağlı yaşıyordu. “Çıkarın artık şunları, işimi zorlaştırıyorsunuz” diyordu.

Çektiği iki nefes sigaradan sonra adeta kendine gelmişti. “Şimdi beni dinle” dedi. “Beni bahçemdeki nar ağacının altında yıkayın.”

Bahçesi onun hayatıydı. Özenle diktiği nar, erik ve dut ağaçları, rengarenk gülleri, sellukaları, asması, fıskiyeli havuzu, on üç kedisi vardı. Nar ağacına ise diğer ağaçlardan daha fazla özen gösterirdi. Ağacın altına yerleştirdiği deniz kabuklarına asla anlam verememiştik. Ne kadar sorduysak anlatmamıştı. Kendini emekli etmeden önce Hilal kavşağındaki küçük bakkal dükkanını her akşam aynı saatte kapatıp trene yetişir, trenden iner inmez yürüyerek Tilkilik’teki kasabına gelir, çocukluk arkadaşı Hasan Efendi’nin kedileri için ayırdığı ciğerleri alıp eve geldiğinde ise ilk işi arka bahçeye çıkmak olurdu. Ciğerleri küçük küçük doğrar, kedilerine yedirir, nar ağacı ile sohbet eder, havuzun fıskiyesinin kenarına kumrular için bayat ekmek kırıntılarını koyduktan sonra üstünü değiştirip, elini yüzünü yıkar ve sofraya otururdu.

Bahçe sanki kutsal bir tören alanıydı onun için. O da törendeki görevini sanatçı estetiğiyle yapar, bu arada Basmane Garı’ndan kalkan Ankara treninin düdüğü de törene eşlik ederdi. Hele bir de mehtap varsa… Tabii bu işler neredeyse bir saat sürdüğünden, karınları zil çalan ev sakinlerinin bu olayı tören olarak algılaması olası değildi. Babam sofraya oturmadan hiç birimiz oturamazdık. Annemin “baba yemeği” olarak adlandırdığı akşam yemeğinin tenceresi ancak babam oturduktan sonra açılırdı.

“Ama baba” dememe fırsat vermeden, “Dinle diyorum sana!” diyerek sesini yükseltti:

“Şimdi eve gidiyorsun. Konsolun en üst rafında, arka kısımda silindir şeklinde bir teneke kutu var. Kutunun içindeki para cenaze işlerim için yeter. Kalanı da cenaze sonrası yapılacak hayır işlerim için harcarsınız.”

“Tamam baba” desem, öleceği fikrini kabullenmiş olacaktım. İtiraz etsem kendisini dinlemediğim için kızacaktı. Sadece dinledim. Ağabeyim gelir gelmez dışarıya çıktım. Hastanenin bahçesinde hıçkıra hıçkıra ağlarken, kaçınılmaz olan bu duruma alışmam gerektiğinin farkındaydım.

Odaya döndüğümde ağabeyime de talimatlarını vermeye devam ediyordu. Beni görünce devam etti: “Kapının tek kanadından tabutum çıkmaz. İki kanadın da açılması lazım. Kapı biraz arızalı. Açarken altındaki demiri hızlıca çekmeyin sakın. Kapı dağılabilir. Tabutumu çıkardıktan sonra demiri yavaşça indirin. Yoksa yeni bir kapı yaptırmak zorunda kalabilirsiniz. Hurim sıkıntı çekmesin benden sonra.”

Ağabeyim ile göz göznare gelmemeye çalışıyorduk. “Namazım Namazgah’taki Hatuniye Camisi’nde kılınsın” derken birden gözlerinden iki damla yaş yanağına düştü. O an sanki başka bir aleme gitmişti. Tekrar konuşmaya başladığında konu değişmişti:

“Denizci olan babam çok titiz bir adamdı. Sefere çıkmadan önce sabah kalkar kalkmaz tıraşını olur, yeni ütülenmiş kar beyazı gömleğini, pantolonunu ve ceketini giyer, akşamdan parlattığı ayakkabılarını ayağına geçirir, kahvaltı masasına oturur, bizi beklerdi. Bizim de her zaman kendisi ile aynı titizlikte giyimimize ve temizliğimize önem vermemizi isterdi. Yaz tatilimiz başladığında çıkacağı sefere üç kardeşten hangimiz daha erken hazırlanırsak onu götüreceğini söylerdi. Ortancamız olan Mustafa buna hiç bir zaman küçük kardeşim Mehmet ile benim kadar özen göstermezdi. Deniz ile arası bizim kadar iyi değildi. Ama biz adeta yarışırdık.

O gün akşamdan uykusuz olduğum için geç uyanmış, sefere çıkma yarışını Mehmet’e kaptırmıştım. Mehmet’in gözlerindeki zafer pırıltıları sinirime dokunmuştu. Ama yapacak bir şey yoktu. O yaz tatilimi İzmir’de geçirmek zorundaydım. Yarı kıskanarak yarı gıpta ederek Mehmet’e bakıyordum. Babam eşyalarını toplayıp limana doğru yola koyuldu. Bana da kardeşimi arkasından limana götürme işi düşüyordu. Bahçedeki nar ağacımız babamın en sevdiği ağaçtı. Her gün düzenli olarak sulama görevi ise en büyük olduğumdan bana aitti.

Limana doğru yola çıkmadan önce ağaç sulanmalıydı. Kardeşime yenilmişliğimin kızgınlığını ona nar ağacını sulatarak çıkarmak istiyordum. Üstüne su sıçramasından korktuğu için itiraz etti. Ama ben direttim. Korktuğu başına gelmişti. Hızlı hızlı hareket ederken tulumbadan çektiği su dolu maşrapanın üstüne düştü. Üstü başı kir pas içinde kalmıştı. Sanki ondan öcümü almıştım.

Vakit çok daralmıştı. Babam limanda bekliyordu. Limana doğru koşarak yola koyulduk. Altınpark’ın içinden geçip çınarın altına gelmiştik. Orada nefeslendik ve devam ettik. Mehmet, Hatuniye Camisi’nin önünden geçerken hala soluk soluğaydı. Bir yandan da ağlıyordu. Düştüğünde dizleri yara bere içinde kalmıştı. Cami’nin kapısı önünde çöktü kaldı. Ona çeşmeden su içirdim. Kana kana içişi hala aklımda. Geminin kalkmasına çok az kala yetiştik. Babam Mehmet’i o halde görünce belki onu götürmekten vazgeçer diye boşu boşuna umutlanmışım. Ona hemen gemiye binmesini söyledi. Ben arkalarından karma karışık duygular içinde el salladım. Aslında yaptığımdan o anda pişman olmuştum. Ama yine de içim içimi yiyordu. Yolları uzundu. İskenderiye’ye doğru yola çıkmışlardı. Sefer aylarca sürecekti.

Tatil süresince hem komşumuz Halil Efendi’nin bakkal dükkanında çalıştım hem de babamın yokluğunda evin reisliğini üstlendim. Yaz ayları bitmek üzere iken dönüşlerini dört gözle bekliyorduk. Her ne kadar onlar giderken burukluk yaşamış olsam da kardeşimi çok özlemiş, döndüğünde anlatacaklarını sabırsızlıkla bekler olmuştum. Beklediğimiz günden bir kaç gün geçmişti. Meraklanmaya başlamıştık. ‘Kötü haber tez gelir’ derler ama bu kez tam tersi oldu.

Her gün limana gidip saatlerce dönmelerini bekliyorduk. Sonunda gemi göründüğünde hepimiz şok olmuştuk. Bir değil, iç içe geçmiş iki gemi geliyordu. Babamların gemisine İzmir Körfezi’ne girmek üzereyken orta kısmından bir Alman yük gemisi çarpmış, o anda geminin çarptığı yerden ayrılmamasına karar vermişler. Çünkü gemiler birbirinden ayrılırsa bizimkilerin gemisinin batma ihtimali çok yüksekmiş. Alman gemisi bizimkilerin gemisini sürükleye sürükleye limana yanaştırmış. Bu yüzden gelmeleri uzun sürmüş.

Çarpışma esnasında kardeşim Mehmet gemi içerisinde dolaşmaktaymış. Uzun müddet bulamamışlar. Sonunda kazan dairesinde bulduklarında, diğer geminin burnu ile makineler arasında sıkışıp kalmış olan, kanlar içindeki Mehmet’i görmesi babamın fenalaşmasına neden olmuş. Geminin kumandasını yardımcı kaptan almış. Zaten geminin kullanılacak hali kalmamış ama yine de biri dümende olmalıymış. Gemi yanaştığında ikisini de hastaneye kaldırdılar…

Sefere benim yerime o gittiği zamanki kıskançlık duygum o anda bambaşka duygulara dönüşmüştü. Keşke o gün daha erken kalkıp ondan önce hazırlanabilseydim. Babam beni seçseydi. Bunların hiç birisi olmayacaktı.

Kardeşimin yanından hiç ayrılamıyordum. Bir ara eşyalarının arasında silindir bir kutu olduğunu, o kutuda bana ait bir şeyler olduğunu fısıldayabildi kulağıma. İki gün sonra kardeşimi kaybettik. Bana bahsettiği kutuda uğradıkları limanlardan benim için topladığı deniz kabukları çıktı. O gün bu gündür o kutuyu hiç yanımdan ayırmadım. Kutunun dibindeki deniz kabuklarının bir kısmı hala duruyor. O kutunun içine hep benim için en değerli olan eşyalarımı sakladım. Bir de ufak tefek biriktirdiğim paralarımı. Kutudan hiç para eksik olmadı. Kardeşimin uğurundan olsa gerek. İşte konsolun üstündeki kutu o.

Bir de ömrüm boyunca oturduğum her evde bir nar ağacım oldu. Hep o ağaca diğer ağaçlardan daha fazla özen gösterdim. Mutlaka altına kardeşimin deniz kabuklarını yerleştirdim. Onu sağlıklı olarak gördüğüm en son yer nar ağacının yanıydı çünkü. Kardeşimi Hatuniye Camisi’nden uğurladık. O günden sonra tüm bayram namazlarımı orada kıldım. Her namazdan sonra yerinde huzur içinde yatması için dua ettim. Aradan o kadar yıl geçti. Zaman zaman unuttum onu. Ama onu düşündükçe…”

… derken gözleri kapanmaya başlamıştı. Uyudu… Bir daha hiç uyanmadı… Artık kardeşinin yanındaydı. Belki de birlikte nar ağacına su veriyorlardı…