Muğla’dan Meğri’ye

Öğlen yemeğinin ardından bahçede sallanan koltuğuma oturmuş, şekerleme yapmak üzereydim ki, teyzemin “Çocuklarrrr salepleriniz soğuyor.” diyen sesini duyar gibi oldum. Gözlerimi sıkıca kapadım…
Çocukken mahallede oynarken gürültü yaptığımızda “Hadi gidin, sizi Hacı Halillerin bahçesi paklar.” diyenler haklıydılar elbette… Teyzemlerin bahçemize bitişik bahçesi çok büyüktü. Gün boyunca çocuk sesleri eksilmez, her zaman oynayacak bir çocuk mutlaka olurdu. Annem ve teyzem gürültüden isyan etseler de pek şikayet etmezlerdi. Gözlerinin önünde olmamızdan memnunlardı. Teyzemin tek şartı orkidelerine zarar vermememizdi.
Çocukluğum pek keyifli geçti. Genç kızlığa adım attığım yıllarda teyzemi aniden kaybettiğimizde Salih dışındaki çocukları daha çok küçüktü. Çaresiz kalan eniştem bir süre ne yapacağını bilmezken bizimkilerin de aracılığı ile küçük teyzem Cavidan ile evlendi. “Teyze anne yarısıdır” lafı kararında etkili olmuştu. Teyzem çocuklara “anne yarısı” olmak bir yana komşu bir teyze kadar bile yakın olmadığı gibi Salih ve kardeşlerine kötü bir üvey annenin yapabileceği her şeyi yaptı. Onları her gün enişteme şikayet ediyor, kışkırtarak aralarını bozuyordu. Onu tamamen etkisi altına almış, çocuklardan uzaklaştırmıştı. Akşam yemeklerini mutfakta yediriyor, eniştem gelmeden odalarına gönderiyordu.
Salih ile kendimi bildim bileli birbirimizi seviyorduk. Doğduğum gün beş yaşında olan Salih kendi kendine bir gün mutlaka benimle evleneceğine söz vermiş. Bir gün bahçede evcilik oynarken teyzemin ölmeden önce “bunu evleneceğin kıza verirsin” diye verdiği orkide kolyeyi boynuma takarken heyecanla “ne olur birbirimizden hiç ayrılmayalım” deyiverdi. Bunu ben de çok istiyordum…
Bir yandan okulunu bitirmeye çalışırken, diğer yandan da orman idaresinin memurluk sınavlarına hazırlanan Salih okuldan geldikten sonra evin alışverişinden, bahçenin temizliğine kadar tüm işleri bitirdikten sonra ders çalışmakta zorlansa da geç vakitlere kadar çalışıyordu..
Okulunu bitirdiğinde üzerinden bir yük kalkmış, tamamen sınava odaklanmıştı. Sonuçların belli olduğu gün Ula’ya tayin edildiğini de öğrendik. Yakın olmasına sevinsek te ayrılmak zor oldu. Geçici görev için Muğla’ya geldiği gün buluştuğumuzda “Meğri’de bir orman memuru kadrosu boşmuş. Gidelim mi Emetim?” dediğinde bir an yüreğim sıkıştı. “Gidelim tabi…” diyemedim. Salih kızardı. “İstemiyor musun yoksa?” diye sorarken bir anda kendimi toparlayıp “İstemez olurmuyum. Özür dilerim. Ani oldu. Şaşırdım.” deyip onu rahatlatırken bir yandan da ailelerimizin vereceği tepkiyi nasıl aşacağımızı düşünüyordum…Ertesi gün konuyu açtığımızda kıyametler koptu. Akşama beni Yılanlı’daki amcamların yanına göndermişlerdi bile.
O günden sonraki günler zor geçti. Babamın talimatı üzerine kapının önüne bile çıkamıyordum. Amcam da her türlü eziyeti yapıyordu. Böylece bir kış geçti. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıflamıştım. Ağzımı bıçak açmıyordu. Yengem acıyıp, anneme haber göndermiş. Geldiğinde babamla konuşması için çok yalvardım ama dinletemedim.
Dayımın kızı Firdevs’in düğününe bir kaç gün kala annem tekrar geldi. Beni de düğüne götüreceğini söylediğinde dünyalar benim oldu. Salih’in de geleceğini biliyordum. Düğün gününü sabırsızlıkla beklemeye başladım.
Salih’ten beklediğim haberi yine Firdevs getirdi. Ayrı kaldığımız sürede haberleşmemizi de o sağlamıştı. Salih düğün gecesi evin önündeki çınar ağacının arkasında bekleyecek, Firdevs heyecandan bayılma numarası yaptığında da dikkat çekmeden dışarı çıkıp Salih ile kaçacaktım.
Gündüz kıyılan nikahta Salih’i sadece uzaktan görebildim. Gözlerindeki ifade heyecanımı gidermeye yetti. Akşam olup düğün başladığında kadın ve erkekler ayrı odalarda toplanarak eğlenmeye başladılar. Kadınlar def ile türkü söyleyip oynarken, erkekler de çalgılar eşliğinde içkilerini yudumlayıp, zeybek oynuyorladı. Herkesin eğlencenin akışına kendini kaptırdığı sırada teyzemin “bayıldı” çığlığıyla herkesin dikkati Firdevs üzerine toplanınca evden çıkıverdim. Ağacın arkasından çıkan Salih ile birbirimize sarılıp, köşe başında bekleyen at arabasına doğru koşmaya başladık. Bu arada kısa bir süre içinde annem yokluğumu farkederek babam ve enişteme haber vermiş. Babam da peşimize silahlı adamlarını yollamış. Ertesi gün öğlen Sakar’a ulaştığımızda adamlarla karşı karşıya geldik. Arabadan inip uçuruma doğru koştuk. Adamlar silahlarını üzerimize doğrultmuş, ayrılmazsak ikimizi de öldüreceklerini söylüyorlardı. Salih kendini bana siper edip, yolumuzdan döndürecek olurlarsa aşağıya atlayacağımız haykırdı. İnanmadılar… Üstümüze yürüdüler. Panikle bir adım geri gidince ayağımın altındaki toprak kaydı. Uçuruma yuvarlanmak üzereyken Salih’in elini zorlukla yakaladım. Tepemizdeki öğlen güneşinin etkisiyle terlemiş, ellerimiz kaymaya başlamıştı. Adamlar silahlarını atıp yardım için yanımıza koştular. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Başımın dönmeye başladığını hayal meyal hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda kendimi uçurumun kenarında yatarken buldum. Salih’te ileride yatıyordu. “Ne olur bırakın. Yolumuza devam edelim. Bulamadığınızı söylersiniz. ” derken gözüm Salih’in hareketsiz vücuduna takıldı. “Kıpırdamıyor…Ne yaptınız ona? Öldürdünüz mü?” diye bağıran sesimi hayal meyal hatırlıyorum. Yine bayılmışım.
Atların nal sesleri ile kendime geldiğimde gözlerimi hafifçe araladım. Muğla’ya yaklaşmıştık. Gücümü toplayıp arabanın kenarında duran demir çubuğa uzandım ve adamlardan birinin kafasına indirdim. Bayıldı…Elimdeki çubuğu alıp bana vurmak üzereyken çocukluğundan beri yanımızda çalışan Ahmet ile göz göze geldik. “Kardeşimle ahırdaydınız. Sizi gördüm. O zaman kimseye söylemedim. Eğer beni eve götürecek olursan, babama söylerim. Bir daha onu hayatın boyunca göremezsin. Şimdi beni Salih’in yanına götür. Dua et ki yaşıyor olsun. Eğer onu sağ bulamazsak sana hayatı zindan ederim“ diyen sesim bana bile yabancı geliyordu. Ahmet arabacıya geri dönmesini söyledi.
Yanına geldiğimizde Salih hala baygındı. Bir yandan onu sağ bulduğuma şükrediyor bir yandan da Ahmet’e onu arabaya taşımasını söylüyordum. Baygın olan diğer adamı da arabadan indirip yola çıktık. Salih’i kucağıma yatırıp bir an önce kendine gelmesi için dua etmeye başladım. Meğri’ye yaklaşmak üzereyken gözlerini açtı. Şaşkındı. Nasıl kurtulduğumuzu merak ediyordu. Çok ısrar etti ama anlatmadım. “Bir gün anlatacağım canım” diyerek yanağını hafifçe okşadım. O an önemli olan onun sağ bulmuş olmamdı. Başka bir şey düşünmek istemiyordum…
Meğri’ye vardığımızda gün batmak üzereydi. Salih’in arkadaşı Mehmet limanda bizi bekliyordu. Başarmıştık. Limanı inci bir gerdanlık gibi çevreleyen şehrin ışıklarından büyülenmiştik. Derin bir nefes alıp birbirimize sarıldık. Bu oya gibi şehir yuvamızdı artık.
Ertesi gün nikahlandık, aynı gün halen oturduğumuz evimizi bulduk. Hemen bahçeye teyzemin orkidelerinden aldığım tohumları diktim. Muğla’daki bahçede olan tüm meyveleri diktik. Üç çocuğumuz da da bu evde dünyaya geldiler. Çok mutlu bir hayat geçirdik. Ama hayatım boyunca içimdeki sızı hiç dinmedi. Gelen gidenden ailelerimizle ilgili haber alsak ta bir daha doğup büyüdüğümüz yerlere geri dönemedik…
Sayıklayarak gözlerimi açtığımda önce Salih’in “Emetim Fethiye demeye bir türlü alışamadın. Kimse hatırlamıyor ki artık buranın Meğri olduğunu. Bak sana kimi getirdim.” diyen sesinin ardından annemin titreyen sesiyle “kızımmm affet beni” deyişini duyduğumda, yıllardır göz pınarlarımda biriktirdiğim gözyaşlarımı artık tutamıyordum…