Gülistan’da Bir Kavak Hanım

“Gülistan” denilirmiş buralara… Dağlarla çevrili halkanın ortasındaki geniş ovanın güneyindeki güzel şehrim tarih boyunca emniyet içinde, düşman istilası görmeden, huzur içinde, kat kat yeşil uzun eteklerini yaya yaya hayranlarına göz kırpıp durmuş. En lezzetli elma ile kirazın ve en nadide güllerin yetiştiği buralarda doğup büyüyen kızlarda elbette hep güzel olmuş.” diyerek bakışlarını bana çevirdiğinde annemin gözlerinin derinliklerinde bir an anlattığı yerin resmini görür gibi oldum…”Tabi sen de…” diyerek devam etti. “Doğduğun gece ay mehtaba dönmüş, ovayı ışıl ışıl aydınlatmıştı. Yaşadığın sürece yanında her kim olursa ışığından faydalansın diye her ne kadar seni görür görmez ‘Ayazmana’daki kavaklar gibi uzun. Bunun adı Kavak olsun.’ diyen ağabeyin Kemal’e rağmen adını Leman koyduk. Ama o hep sana Kavak hanım dedi. Uzun boylu doğduğun gibi kavak ağacı gibi çok hızlı büyüdüğün için de evde yaşayan çocukların en uzun boylusu oluverdin” diyerek konuşmasını tamamlayan anneme “biraz daha anlat ne olur…” diye ne kadar ısrar etsem de hiç bir zaman ikna olmaz “bir dahaki sefere” deyip kalkar ve işlerine koyulurdu. Ben de bir dahaki sefere kadar heyecanla bekleyip dururdum.
Bizim evde her yeni çocuk dünyaya geldiğinde bir düğün şenliği yaşanırdı. Annem, babam, sekiz amcam ve yengem, babaannem ve dedem, kuzenlerim ve evde çalışanlar dahil otuzbeş kişinin yaşadığı on dokuz odalı evde benim doğduğum gün de aynısı olmuş.
Sabahın erken saatlerinde evin ortasındaki geniş avludaki fıskiyeli havuzun etrafına masalar çıkarılarak yan yana dizilmiş. Renkli kağıtlardan süslemeler gül dallarına asılmak üzere çocuklar tarafından hazırlanırken evin hanımları da mutfağa girerek elbirliği ile tandırı hazırlamışlar. Her zaman olduğu gibi top tarhana ve samsa tatlısını da ihmal etmemişler.
Doğduğum gün yıllar boyu evde anlatıla anlatıla bitirilemedi. Doğan ilk kız çocuğu olmamdan mı bilinmez o güne kadar yapılan şenliklerin en güzeliymiş. “Evde bir bereket vardı.” derdi babaannem. “Ev halkı dışında bir o kadar da konu komşu geldi. Ona rağmen yemekleri bitiremedik. Oyunlar oynandı, türküler söylendi. En önemlisi yıllardır Serenler zeybeğini oynamaya ikna edemediğimiz amcan Reşat kendini birden avlunun ortasına attı ve büyük bir coşku ile oynadı.” Evlenmek istediği çocukluk arkadaşı Zeliha’yı askerdeyken babası başkası ile evlendirince, hep ona oynadığı Serenler zeybeğini bir daha oynamamaya yemin etmiş. O gün de yeminini benim için bozmuş.
Adliye binasının karşısındaki evimiz ilk önce iki katlıymış ama evdeki nüfus artmaya başladıkça dedem üstüne bir kat daha yaptırmak zorunda kalmış. Ailem uzun yıllar burada yaşadığı için bir süre sonra evin bulunduğu sokağın adı da dedemin müstantik olmasından dolayı “müstantik sokak” olarak anılmaya başlanmış.

Evimizin yaşam yerleri ortadaki büyük avlunun etrafına dizilmiş odalardan oluşmaktaydı. Her ailenin ikişer odası vardı. Çok büyük olan mutfak ortak kullanılır. Herkes kendine ait olan ocakta yemeklerini pişirir, kendi bölümüne geçerdi. Ancak özel günlerde avluda yada evin ikinci katındaki büyük salonda birlikte yemek yenirdi. Hatta bayramlarda dedem masanın başına oturur. Biz de elini öpmek için sıraya girerdik. Bu evde dedemin despot yapısına rağmen herkes çok mutlu idi. Ondan korkardık ama pırlanta gibi bir kalbi olduğunu da çok iyi bilirdik. Cebinde her zaman bize vereceği küçük hediyeler bulunur, uygun gördüğü zamanlarda bize dağıtırdı. Çok adil bir insandı. Kimseyi kimseden ayırmaz. Herkese eşit davranırdı. İlk kız torunu olduğumdan bana olan özel ilgisini her zaman gözlerinden anlasam da hiçbir zaman diğerlerinden daha özel davranmadı. Bu sadece onunla benim aramda hissedilen bir şeydi.
Bir gece uykumdan şiddetli bir karın ağrısı ile uyandım. Tuvaletler bahçede olduğu için gece tuvalete gitmek kabus gibi bir şeydi benim için. Ağabeyime seslendim. Uyandı ama tekrar arkasını dönüp uyudu. Kızmıştım ama çaresizdim. Koşa koşa gidip gelmeliydim. Acilen tuvalete gitmezsem yatağım ve geceliğim berbat olacaktı. Merdivenleri bir solukta inerek bahçenin kapısını açtım. Yağmur yağıyordu. Gecenin karanlığında bahçedeki ağaçların gölgeleri ise canavara dönüşmüştü sanki. Bir yandan karnımın ağrısından bir yandan da korkudan gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Dönüp annemi uyandırmayı düşündüm ama merdivenleri tekrar çıkacak gücüm yoktu. Kendimi bahçeye attım. Tuvalete doğru koşarken yağmurun etkisiyle kayganlaşan yapraklara basar basmaz kendimi yüzüstü yerde buldum. Üstüm sırılsıklam olmuştu. Gücümü toplayıp yerden kalkarak tuvaletin kapısına ulaştım. İçeri girebilmiştim ama bu seferde yer ayağımın altından kayıyordu sanki. Öyle korkmuştum ki tuvaletimi tutacak gücüm kalmamış, bırakmıştım. Karnımda büyük bir rahatlama olmuştu ama yer hala sallanıyordu. Büyük bir gürültü oldu. Sanki yer yerinden oynuyordu. Şaşkınlıktan dilim tutulmuş, yerimden kımıldayamıyor, bağırmak istiyor bağıramıyordum. Sarsıntı bitmek bilmiyor, dışarıdan bağırış ve ağlama sesleri geliyordu. Biraz yavaşlamaya başladığında kapıya ulaşabildim. Açmaya çalıştım, sanki arkadan kapıyı iten bir şey vardı. Sarsıntı durduğunda sesler daha net gelmeye başlamıştı. Deprem olmuştu galiba. Babamın “Lemannn, Kemallll neredesiniz?” diye bağırdığını duysam da cevap veremiyor, bir yandan da ağabeyimi neden aradıklarını merak ediyordum. Ben tuvalete gelirken yatağında mışıl mışıl uyuyordu çünkü. “Merdiven ve tuvaletin önündeki duvar yıkılmış, diğer çocukları sayın, herkes tamam mı gibi konuşmalar kulağıma geliyor. Annemin ağlayan sesiyle “Leman ve Kemal dışında herkes tamam. Çocuklarım nerede?” diye çırpınışını duyuyor ama hala sesim çıkmadığı için “buradayım” diyemiyordum. Daha sonra babamın “Kadınları ve çocukları kilere indirin” dediğini duydum. Yine bir telaş ve koşturma seslerinden sonra kısa bir sessizlik oldu. Tekrar babamın sesini duyduğumda “Kemal merdivenin altında. Çabuk gelin, çıkarmamız lazım. Sıkışmış yavrucak” dediğini duydum. Uzun bir zaman sonra annemin “Evladım neden buradasın, kardeşin nerede? dediğini duyduğumda ağabeyimi kurtarmış olduklarını anladım. Kesik kesik “Kavak hanım tuvalete gitmek için beni uyandırdı. Aslında uyanmıştım. Ama çok uykum vardı. Uyuyor numarası yaptım. İçim rahat etmedi. Arkasından aşağıya inerken sarsıntı başladı. Merdiven yıkıldı. Düştüm. Kardeşim nerede? diye ağlayarak konuştuğunu zorlukla duyabildim. Bu defa sesler daha yakın gelmeye başlamıştı. Babamın anneme “Sen Kemal’i al, aşağıya in. Leman’ı bulacağız merak etme.” dediğini duydum. Bu arada bir yandan üşüyor, bir yandan da uykudan gözlerim kapanıyordu. Dayanamayıp orada bayılmışım. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda babamın kucağındaydım. Bana sıkıca sarılmış “Çok şükür Allahım kızımızı bize bağışladın.” diye dua ediyordu. Sadece gülümseyebildim. Hala konuşamıyordum. Beni de kilere indirdiler. Üstümü başımı temizleyip kuru giysiler giydirdiler. Kilerin yanındaki büyükçe odada neden yatak yorgan ve yaşam gereçleri olduğunu o zaman daha iyi anlamıştım. Altı gün kilerde kaldık. Çok sıkılmıştık. Kaldığımız sürece sarsıntılar hiç kesilmedi. Ben altı günün sonunda ancak yavaş yavaş konuşmaya başlayabilmiştim. Kilerden çıkarken evimizin çevresindeki pek çok binanın yerle bir olduğunu ve bazı komşularımızın enkaz altında kalarak canlarını verdiklerini öğrendiğimiz andan itibaren uzun süren bir yas yaşadık. Hayatımız tamamen değişmişti. Şehrimiz bir taraftan depremde yıkılan evleri ve kayıplarının telafisi ile uğraşırken diğer yandan da memleket genelinde olduğu gibi yeni başlayan savaşın açtığı zarar, yokluklar, hastalıklar ve benzeri sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Babamın siyasi çalışmalarından dolayı Doğu Anadolu’ya sürgün edildiğini öğrendiğimizde depremin yaraları henüz sarılmamış, bu haber evde yeni bir deprem etkisi yaratmıştı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyordum. Babam gittiği yerde ne ile karşılaşacağını bilmediğinden annemi ve bizleri beraberinde götürmek istemiyor, annem ise babamı yalnız göndermekten korkuyordu. Dedem de babam gibi düşünüyor, o da bizi göndermek istemiyordu. Benim yaşadıklarım nedeniyle bozulan psikolojim tam da düzelmek üzereyken ayrılık fikri içimde yeni bir yıkıntı yaratmıştı.
Babamı uğurladığımız gün sanki evden bir cenaze çıkıyordu. Annem o gün bir sustu, uzun bir süre konuşmadı. Böylece iki yıl geçti. Babamdan ara ara haber alıyorduk ancak gittiğinden beri hiç gelememişti. Özlem ve endişe hepimizi perişan etmiş. Korku içimizden hiç çıkmamak üzere yüreğimize yerleşmiş, dedem üzüntüden hastalanmış, evdeki o mutlu ve neşeli hava bir daha geri gelmemişti. Babam dönene kadar da gelmeyecekti.
Bir gün dedem, babaannem, annem ve kardeşlerim ile beni yazı geçirmek üzere Fethiye’ye götüreceğini söyledi. Bu haber bizi az da olsa mutlu etmişti. Gideceğimiz günü iple çeker olmuştum. Dedem birkaç gün sonra daha da sevineceğim bir haber ile geldi. Önce babaannemin İzmir’deki kardeşlerinde kalacak, oradan da deniz yolu ile Fethiye’ye geçecektik. İzmir’in güzelliğini babaannemden defalarca dinlemiştim. Birkaç gün içinde toparlanarak yola çıktık. Büyük dayımların Basmane’deki evlerinde bir ay kaldık. Kaldığımız sürede akrabalarımızı ziyaret etmek üzere zaman zaman Karşıyaka’ya, bir günde Urla’ya gittik. Diğer günlerde de kuzenlerim ve mahalledeki arkadaşları ile vakit geçiriyorduk. İçimizdeki sıkıntı tamamen geçmese de bu seyahat hepimize çok iyi gelmişti. Bir ay çabuk geçti. Tarı vapuru limana yanaşmış, ayrılma vakti gelmişti. Gözüm arkada şehirden ayrıldığımızda hava kararmıştı. Üç gün süren zorlu bir yolculuk sonunda Fethiye’ye günün ilk ışıkları ile yanaşıyorduk. Fethiye’nin simgesi olarak kabul edilen Amintas Mezarı, limandan kenti çevreleyen tepenin eteklerinde muhteşem görüntüsüyle göze çarpmaktaydı. Büyülenmiştim… Annemin sesiyle kendime geldim. Eşyalarımızı toparlayarak vapurdan inmeden önce güverteden limana doğru son bir kez bakmak için geriye döndüğümde limandan birinin bize el salladığını farkettim. Dikkatlice baktığımda el sallayanın babam olduğunu gördüm. Gözümde bu defa sevinç gözyaşları vardı. Koşarak tahta merdivenleri inmeye başladım. Önümdekileri ittirerek son basamağa geldiğimde ayağım takıldı ve yüzüstü yere kapaklandım. En son bu şekilde düştüğüm gün deprem olmuştu. Yine şoka girmek üzereyken bir çift sarı boyalı ayakkabı dikkatimi çekti. Kafamı yavaş yavaş yukarı doğru kaldırırken şık giyimli genç bir adamın elinin bana uzandığını farkettim. Gözümdeki yaşları gizlemeye çalışarak tereddütle elimi uzattım. Beni yerden kaldırırken göz göze geldik. Ela gözleri pırıl pırıldı. “İyimisiniz?” dedi. Teşekkür edip elimi hızlıca çektim. Utanmıştım…Toparlanıp babama doğru koşarken bir yandan da aklım onda kalmıştı. Babama sarılıp uzunca bir süre öylece kalmışım. Meğer dedem babamın Fethiye’ye tayin edildiğini öğrenmiş ve bize sürpriz yapmış. Bundan sonra Fethiye’de yaşayacakmışız. Bunları bir solukta öğrendikten sonra bir an dönüp arkama bakmak istedim. Başımı çevirdiğimde limanda bıraktığım genç adamın aynen orada durup bana baktığını gördüm ve tebessüm ederek el salladım. O da karşılık verdi…
Limandan uzaklaşırken, kafamı tepeye doğru kaldırıp içimden babama kavuşturduğu için Fethiye’ye teşekkür ederken, genç adamla beni bir daha karşılaştırması için de dua ediyordum…
Dileğim kısa zaman sonra gerçekleşti. İsmet ile ertesi gün babamın kiraladığı yeni evimizin sokağında tekrar karşılaştık. İki ev ilerimizde oturduklarını birkaç gün sonra tekrar karşılaştığımızda öğrendim. Bu defa içimdeki ses o eli bir daha tutmak, o ela gözlere bir kez daha bakabilmek için dua ediyordu…
Bu dileğimin gerçekleşmesi biraz uzun sürdü ama yine de gerçekleşti. Sadece bir kez daha tutabilmek için dua ettiğim o el ömür boyu elimi bırakmadığı gibi ışıldayan ela gözler ise hiçbir zaman benden başka bir yana bakmadı…