Amberin Kaynağında Bir Gün

Dünyamızın milyonlarca yıl önceki doğal yaşam koşulları tropik ve yarı tropik iklim ortamlarda bol reçine salgılayan ağaç türlerinin yaşayabileceği ormanların oluşmasını sağladı. Bu ağaçlar salgıladıkları reçinelerin gövdeden kopma anı yaklaştığında adeta hamile bir kadın vücuduna benziyorlardı. Doğum anı yaklaştığında topak haline gelmiş reçineler ağaçların gövdelerinden ayrılıp, bu defa doğa ananın kucağında milyonlarca yıl korundular.

Ancak yapışkan reçineler doğadaki ufak cisimleri, böcek, sinek, kelebek gibi küçük hayvanları kendilerine çekiyorlardı. Kanatlarını açmış uçan bir kelebek, çiftleşen sinekler, kavga eden karıncalar, ağını kullanarak avlanan örümcek, gövdesinden düşen bir yaprak reçinenin çekim gücünden kurtulamayarak içinde hapsoluyor ve zaman içinde fosilleşiyordu. Reçine ve tutsakları geçirdikleri değişimler sonunda AMBERE, diğer adıyla KEHRİBARA dönüştüler.

Kimi zaman boyları 70-80 metreye ulaşan bu muhteşem ağaçlar dünyanın bazı yerlerinde kozalaklı, bazı yerlerinde yapraklı veya çiçekli idiler. Baltık ormanlarında geniş gövdeli, dallı budaklı, Karayip ormanlarında ince, uzun ve düzgün gövdeli idiler.

Toplumlarda bazı süs eşya yapımında kullanılan bu reçine açık sarıdan yakut kırmızısına kadar değişen renklerde yarı saydam ve kırılgandı.

Baltık ormanlarından çıkan kehribar, yüzyıllar boyunca kadınların süs eşyalarının en gözdesi olarak benimsendi. Parlaklık ve renk açısından onu hiçbir saydam taş ile kıyaslamak mümkün değildi.

Süs eşyası olarak kullanılmasının yanı sıra amberin kullanım alanları oldukça fazla idi. Saflaştırılmış amber yağı isteri ve boğmaca hatalığının iyileştirilmesinde kullanıldığı gibi ilkçağdan bu yana koku imalatında hatta mürekkep yapımında bile kullanıldı.

Amber tozu ile bal karışımının boğaz, kulak ve göz rahatsızlıkları için, suyla içilen amber tozunun ise mide hastalıklarına iyi geldiği düşünülmekteydi. Doğu ülkelerindeki inanışa göre amber dumanı ruhu güçlendiriyor ve cesaret veriyordu. Çin’de sakinleştirici ve ağrı kesici olarak kullanılıyordu. Orta Çağda, sarılığın iyileştirilmesi için kehribar taneleri taşınırdı. Vücut zayıflığına ve cildin sağlıksız rengine bu sarı taşın sihirli güçlerinin engel olacağına inanılıyordu. Doğumu çabuklaştırdığı, yılan ısırmalarına, ağrısına, romatizmaya çare olduğu düşünülüyordu.

Karayip Denizi’ndeki Hispanyola Adası’nı Haiti ile paylaşan Dominik Cumhuriyeti’nin kuzey sahilindeki Maimon Koyu’nda, Puerto Plata şehri yakınındaki Amber Cove Limanı’nda bu güne kadar gördüğüm amberlerin en büyüğünü gördüğümde gözlerime inanamadım. Devasa amberin içinde neler yoktu ki; yaprak, örümcek, sinek, kelebek, ağaç dalları ve daha neler neler…

Tropik iklimi nedeniyle reçine salgılayan ağaçların çoklukta olduğu Dominik’in amberi ile de ünlü olduğunu daha önceden biliyordum ama böyle bir oluşum ile karşılaşmayı ise hiç beklemiyordum. Puerta Plata şehrinde bir amber müzesi olduğunu duymuştum. Bir an önce bu enterasan oluşumun farklı formlarını görmek için sabırsızlanıyordum.

Limandan Puerta Plata’ya taksi ile gidecektik. Taksi şoförümüz bize rehberlik de edecekti. Yol boyunca bize Dominik’i anlattı.

Karayip ve Orta Amerika ülkeleri içinde en büyük ekonomiye sahip Dominik Cumhuriyeti, Latin Amerika ülkeleri içinde de dokuzuncu sırada yer alıyor. Yüzölçümü açısından Küba’dan sonra ikinci, nüfus bakımından da Küba ve Haiti’nin ardından üçüncü ülkesi durumunda. Yıllık ortalama sıcaklık yirmi altı derece. Ekimden mayısa kadar kuzey kıyılarında, mayıstan ekime kadar güney kıyılarında yağmur görülüyor. Haziran ve eylül ayları arası ise kasırga mevsimi.

Dominik Avrupalıların Amerika kıtasındaki ilk sömürge merkezi. Kristof Kolomb Hispanyola Adası’na 1492’de ayak basmış. Geldiğinde adada Meksika ve Orta Amerika kökenli Taino halkı yaşıyormuş. Sömürgecilerin adaya yerleşmesinden sonra yerliler ile yaşanan çatışmalar ve İspanyolların adaya getirdiği çiçek ve kızamık gibi salgın hastalıklar nedeniyle Taino halkı 16. yüzyıl başlarında neredeyse tamamen yok olmuş.

Üç yüzyıldan fazla süren İspanyol sömürgeciliğinin ardından, Dominik halkı 1821’de bağımsızlığını ilan etmiş. Bağımsızlık hareketinin lideri Jose Nunez de Caceres yeni ülkeyi, o dönemde Kolombiya, Venezuela ve Ekvador’u içine alan bağımsız Büyük Kolombiya’nın parçası yapmayı amaçlıyormuş. Ancak yeni bağımsızlığını kazanan ülke, Fransız sömürgesiyken 1804 yılında bağımsızlığını kazanan batı komşusu Haiti’nin egemenliği altına girivermiş. Dominik, bundan sonra bağımsızlığını tam 22 yıl sonra, Dominik Bağımsızlık Savaşı ile kazanmış. Sonraki yetmiş yılda ülkede çoğunlukla iç kargaşalar olmuş ve bu dönemde kısa süreli olarak İspanyol sömürge yönetimi altına girmiş. 1865 yılında yapılan Restorasyon Savaşı ile yeniden bağımsızlık kazanılmış. Bu tarihten itibaren, 1916-1924 arasında yaşanan sekiz Amerika işgali dışında ülke bağımsızlığını korumuş.

Puerta Plata’nın merkezine geldiğimizde şoförümüzün anlattıkları da neredeyse bitmişti.

Burası Amerika’da kurulan ve La Isabela olarak adlandırılan ilk yerleşim alanıymış. 1540 yılına gelinince potansiyel korsan saldırılarına karşı koruma sağlamak için “Fuerte de San Felipe” kalesi inşa edilmiş ve ve limanı tüccarlar için Avrupa ile bu bölge arasındaki bağlantı noktası olmuş. Kale Kuzey Amerika işgali sırasında revir, bir dönem de hapishane olarak hizmet vermiş. Şu an ise tarihi bir müze.

Puerto Plata’daki merkezi parkın çevresi Viktorya dönemi ve neoklasik tarzdaki konak ve binalar ile çevrili. San Felipe kilisesi, ticaret kulübü, şehir konseyi, rekreasyon kulübü, restoranları ile şehir merkezi son derece canlı ve popüler. Duarte Caddesi’ndeki Amber Müzesi değerli Dominik Kehribarları’ndan oluşan eşsiz bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Bu kehribarların dünyadaki kehribarların en şeffaf olduğu biliniyor. Müzenin mağazasında kehribardan mücevherler de satılıyor.

Puro yapımı da deneyimlediğimiz, dünyada en nadir bulunan mavi kehribar örneklerinin de olduğu müzede uzun bir zaman geçiriyoruz.

Bir teoriye göre kehribar milyonlarca yıl önce reçine olarak salgılandığında, volkanik faaliyetler nedeniyle gökyüzüne yükselen volkanik kül ve tozun reçine içine karışmasıyla mavi renk oluşmuş. Diğer bir teori ise reçinenin yeraltında gömülü kaldığı süreçte meydana gelen bir volkanik patlamanın kızgın lavlarının üstten akıp geçmesi sırasında, sıcaklık etkisiyle ilk rengin önce yeşile sonra maviye dönüştüğü. Normal kehribarın ısıtıldığında renk değiştirdiği söyleniyor. Mavi Dominik Kehribarı aynı zamanda kuvvetli bir fluoresan…

Erken dönemlerde bir ticaret merkezi olarak gelişmesine rağmen 1600’lü yıllarda İspanyollar Porto Riko ve Küba gibi komşu adalara taşınmaya başlayınca şehir büyük bir sessizliğe bürünmüş. 1700’lerde Kanarya Adaları’nda yaşayan İspanyol aileleri Puerto Plata’ya göç etmeye başlayınca şehir yeniden inşa edilmeye başlanmış. Ticaret yeniden gelişmeye başlayınca limanı ve tütün tekrar gözde bir yerleşim olmasına yardımcı olmuş. Kuzey Sahili’nin en büyük şehri olma yolunda genişlerken 1970’lerde turizmin canlanması ile bölgenin çok önemli bir parçası haline gelmeye başlamış ve hala günümüzde de bu özelliğini korumaya devam ediyor.

Doğa güzelliği, bozulmamış kumsalları, mavi ve kirlenmemiş denizi, ışıklı gökyüzü ve yeşil manzaralar, tropikal bitki örtüsü, sıcak, misafirperver bir cennet parçası Puerto Plata, Atlas Okyanusu sahil şeridinde altmış kilometreden fazla plaj, tatil köyü ve oteli ile ünlü. Rüzgâr sörfü ve kiteboarding ile ünlü sahil kasabaları Sosua ve Cabarete, yarım saatten daha az bir mesafede. Popüler Ocean World Adventure Park, Amber Cove’nun yaklaşık yirmi dakika kuzeyindeki şehrin eteklerinde. Damajagua Şelalesi sadece otuz dakikalık sürüş mesafesinde.

Buralarda ilk yapılması gereken şey, güneşin ve denizin keyfini çıkarmak. Bunun için plajlarda verilen bir çok hizmet var. Yunuslarla yüzmek, jet ski, masaj, parasailing, dalış bunlardan bazıları. Özellikle, hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde dinlenirken, bir yandan hindistan cevizi kokteylinizi yudumlamak çok keyifli…

Hava kararmaya başlamadan gemimize dönerken, bir gözümüz arkada kalsa da bir sonraki durakta yudumlayacaklarımızı düşünerek, kendimizi az da olsa rahatlatıyoruz ve yolumuza devam ediyoruz.