O Küçücük Odada Kocaman Bir Dünya Saklıydı

Sözünü ettiğim oda babaannemlerin Basmane’deki evlerinin bir odasıydı…
Aslında sadece o odada değil, o evde çok büyük bir dünya ve anlatmakla bitmeyecek kadar çok hikâye vardı. Zaman zaman aklıma geldiklerinde, “Aaa bak bir ara bunu da yazayım” diye not aldığım onca olay, dinlediğim onca yaşanmışlık…
Şimdilerde o kocaman dünyaya açılan demir kapısı başka dünyalara açılsa da belleğimdeki anılar hala çok taze. Hepsi sanki bir işaretime bakıyor. Çağırmamı bekliyorlarmış gibi arka arkaya geliveriyorlar. “Acele etmeyin, teker teker gelin” desem de nafile…
İşte geçen gün de aynen böyle oldu. Babaannem geliverdi aklıma…
Ardından çocuk gözümle meyve ağaçlarıyla bezenmiş, ortası fıskiyeli havuzuyla kocaman bahçeli ev. Büyüdükçe gözümde büyüttüğüm kadar olmadığını fark etsem de benim için o bahçe ve ev hâlâ kocaman…
Aslında ben o evin iki katının kullanıldığı zamanları biraz bulanık hatırlasam da dedemin beni sırtına alıp, üst kattaki odaya çıkararak fuarın ışıklarını gösterişi dün gibi aklımda.
Sırayla evdeki dört çocuk da evlendikten sonra babaannem ve dedem evde iki kişi kalınca, üst kattaki odalar ile evin hemen yanındaki dükkânı birleştirerek kiraya vermek suretiyle hem ek gelir sağlamışlar hem de yaşı ilerleyen babaannemin işini hafifletmişlerdi.
İki tarafında da kuzuluk olan demir kapıdan girince genişçe bir sahanlık, solda kısa bir divan, bir basamak inince de altı ayakkabılık üstü dolap olan beyaz boyalı, dedemin “ispenç” olarak tabir ettiği ve benim hâlâ hangi dilden geldiğini bulamadığım bu kelime ile söylenen bir mobilya vardı. Yine benim çocuk gözümle upuzun olduğunu düşündüğüm koridorun sonundaki karşılıklı iki kapıdan solda olanı misafir odası, sağdaki de oturma odasıydı.
Soldaki misafir odası adeta bir türbe, bir kutsal yerdi. Misafirden misafire açılır, sobası yakılır, misafirler gittikten sonra kapı kapanır, bir dahaki misafire kadar neredeyse hiç açılmazdı. Günlük hayat ise karşısındaki kapının ardındaki odada yaşanırdı. Ama o ne oda…
İşte tam da bu yazıda anlatacaklarım bu oda ile ilgili;
Kapıdan girdiğinizde basit bir oturma odası gibi görünen odanın günün zamanlarına göre farklı farklı fonksiyonları vardı. Örneğin; bir örnek pazen örtülü, karşılıklı iki tahta divan, gündüz üstünde oturulurken, yatma vakti geldiğinde yatağa dönüşürdü.
Neyse biz devam edelim…
Kapının solundaki şifonyerin üstünde kocaman bir radyo. Ülkede ve dünyada neler olup bittiğini öğrenebileceğiniz, gazete dışında tek araç. Açma düğmesine bastığınızda öyle hemen açılıvermez. Önce ısınması lazım. Bu süre bazılarında daha kısa iken bazılarında daha uzundu. Günümüz teknolojilerinin içine doğan çocuklar için anlaması çok zor olsa da o günlerin gerçeğinde hiç de şaşırılacak bir şey değil. Şimdilerde bir olay olduğunda anında akıllı telefonlarımızdan bütün ayrıntılarına ulaşabildiğimiz haberler o zamanlarda son derece kıymetli…
Bu anlattıklarım yüz yıl önce değil. Yakın geçmiş dediğimiz bir zaman diliminde aslında. Teknolojinin ne denli hızlı ilerlediğinin bir kanıtı…
Dış dünya ile tüm bağlantı radyolarımız yoluylaydı. Bunun dışında tüm eğlencemiz radyoda çalan şarkılar, türküler, radyo tiyatroları vs…
Radyo tiyatroları demişken “Arkası yarın” programlarından söz etmeden olmaz elbette…
Güzel bir müzikle başlayan oyunda yazan, yöneten ve efektörün isimlerinin ardından oynayanlar oyundaki isimleri ile tanıtılır. Eğer oyuncuların fotoğraflarını daha önceden dergilerde ya da gazetelerin magazin sayfalarında görmüşseniz karakter gözünüzde canlanır. Ancak hiç tanımıyorsanız duyduğunuz seslerinden o karakter için kafanızda bir tip oluşturuverirseniz hemen. Genellikle oyunlar sürükleyici ve meraklıdır. Tiyatro başlamadan önce herkes sessizce bir yere oturur. Elinize bir kâse kuru yemiş, leblebi, fındık, fıstık vs. verilir ve sessiz olmanız istenir. O andan itibaren artık oda bir tiyatro sahnesidir adeta. Çıt çıkmaz odada. Oyun aniden sizi içine alıverir. Artık o dünyanın içindesinizdir. Bazen dinlerken uykunuz gelir. Annenizin ya da babaannenizin dizine koyarsınız başınızı, tatlı bir ninni gibi gelir sesler. Uyuyuverirseniz bütün olanları kaçırışınız. Gözlerinizi açtığınızda “Ne oldu? Nalan vuruldu mu yoksa?” diye sorarsınız. Kardeşleriniz sizi kızdırmak için anlatmak istemez ama endişelenmezsiniz. Zaten ertesi gün özeti anlatılacaktır. Ancak en acı olanı oyunun en heyecanlı yerinde kesilip, “arkası yarın” cümlesini duymanızdır. Büyük bir hayal kırıklığının ardından kısa sürede gerçek hayata döner, ertesi günü beklersiniz.
Genellikle radyo tiyatrosunun arkasından büyüklerimizin “ajans” diye tabir ettiği haberler gelir. Yine sizden sessiz olmanız beklenir. Ülkede ve dünyada olan önemli haberleri dinleyen büyüklerimiz yorum da yapar elbette. Haberlerin ardından gelecek olan “Yurttan Sesler”, “Beraber ve Solo Şarkılar”, “Türkçe Sözlü Hafif Müzik” gibi şarkılı türkülü programlar en sevdiklerimizden olsa da bizler o zamanlar daha çok “Türkçe Sözlü Hafif Müziği” tercih ederiz. Çünkü ablalarım ve ben müzikler çalmaya başlayınca hemen kalkıp dans etmek isteriz. Yani yine o küçücük oda bir discoya dönüşür. Öyle çok severiz ki dans etmeyi babam, “kızlar, siz yürürken bile dans eder oldunuz, düz yürümeyi neredeyse unuttunuz” der zaman zaman…
Radyonun yanında, pencerenin önünde duran aslan ayaklı ceviz masanın da işlevi çok. Gün içinde üzerinde hatırlayabildiğim kadarıyla odayı güzel kokutsun diye bahçeden toplanmış, beyaz plastik komposto kâsesine doldurulmuş yasemin çiçeklerinden tutun da mevsimiyse küçük bir çay tabağının içindeki domatese batırılmış ful çiçeği, babaannemin yanındaki sigara kağıtlarına sarılmaya hazır bekleyen tütün kâsesi ve tabakası, gözlüğü, tespihi, yün sepeti, dikiş kutusu gibi gün içinde ihtiyacı olduğunda kolayca ulaşabileceği pek çok araç gereç…
Eğer yemek kalabalık yenmeyecekse masa yerinden oynatılmadan bu gereçler kenara çekilerek yemek yenen masanın hemen bitiminde eski evlerin pek çoğunda olduğu gibi bir de pencere içi vardır. Orası da biblo ve çiçeklerle süslense de fazla da bir şey konmaz, çünkü yüksek tavanlı evin yüksek ve ağır giyotin pencerelerini açabilmek orası çok dolu olmamalıdır. Hatta çocuk kuvvetiyle o pencereleri birinin yardımı olmadan açmanız mümkün değildir. Hadi açtınız diyelim demirden yapılmış, kenara katlanmış metal tutacaklarını açıp, açılan pencereyi onun üstüne oturtmak marifet ister. Odada bu pencerelerden iki tane yan yana vardır.
Dedemin yatağının yanındaki pencere içi ise dedemin çayını, kahvesini, kül tablasını, kitabını ve özel eşyalarını muhafaza ettiği bir bölümdü ve hiçbirimiz onun oradaki düzenini bozamazdık. Pencerenin dantelden yapılmış, rustik kornişe halkalarla asılmış perdesi dedemin divanında uzun oturduğu zaman bahçesini ve kedilerini rahatlıkla görebilmesi için kenara doğru toplanarak pirinçten yapılmış perde askısına doğru toplanırdı.
Dedemin divanının tam yanındaki sandık odası ya da yüklük bütün yatak, yorgan ve yastıkların, ayrıca bir de büyükçe gardırobun olduğu bölümdü. Kapısında asılı olan çivi ise dedemin her akşam işten geldikten sonra bakımını ve temizliğini yaptığı meşhur köstekli saatini astığı çiviydi. Çok kıymetli olan saate elimizi bile süremezdik.
Sandık odası ise ayrı bir dünya…
Kendine has özel bir kokusu olan sandık odasında üst üste konulmuş yer yataklarından, yorgan ve battaniyelere, pike ve çarşaflara kadar ne ararsanız var. Bir de babaannemin arada sırada havalansın diye içini boşaltıp, tekrar yerleştirdiği, özenle sakladığı özel eşyaları, çeyizinden kalma ipek işlemeli örtüler, eski kıyafetlerin, yünlerin, iplerin olduğu cevizden yapılmış işlemeli sandığı…
O sandığın açılması bir bayram, bir festivaldi adeta. Hatta açılmayacaksa bile, “Babaanne ne olur sandığı açalım mı?” diye yalvarırdık. O da yazık bizi hiçbir zaman kırmaz, oyalanalım diye açar, içindekileri teker teker gösterir, sonra da yine güzelce katlar, sandığın kapağını kapatır ve kilitlerdi. Sanki içinde bir hazine saklıyordu. Belki de kenarına köşesine biz görmeden biriktirdiği parasını, elmas yüzük ve küpesini, bileziğini, incisini saklıyordu. O dönemin şık giyinen kadınlarındandı babaannem…
Şimdi bir de biz bu ritüelleri ne zaman yapardık ondan bahsedeyim.
Biz üç kardeş babaannemlerde kalmayı çok severdik. Hele hele halalarım evlenmeden önce daha da çok. Çünkü bizi mutlu etmek için tüm ev halkı seferber olur, bir dediğimizi iki etmezlerdi. Bu sebeple akşam babaannemlere oturmaya gidildiğinde dönme vakti yaklaşırken üçümüzde uyuma numarası yapınca, annemler de “Kızlar uyudu, olmazsa kalsınlar” diyerek bizi orada bırakırlardı. Tabi her zaman üçümüzü değil. Bazen birimiz ya da ikimiz kalırdık. Her ne kadar babaannem “Kalsın üçü de” dese de annem babaanneme iş olur diye bırakmak istemezdi. Bazen bizi kandırmak için “Ama pijamaları yok, kalamazlar” dediklerinde gözümüzü açar, “Babaannem bize ceketten pijama yapar” deyip, tekrar gözlerimizi kapardık.
Bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce halamla bir gün o günleri konuşurken halam babaannemin bizi oyalamak için masanın iki ayağına bağlayarak yaptığı ve “çingen salıncağı” diye tabir ettikleri bir salıncaktan söz etti. Çok severmişiz. Ama bunu hiç hatırlayamadım. Herhalde masa ayağına bağlanarak yapılan salıncak oldukça küçük olmalı ki ben de iki-üç yaşlarında olmalıyım bu nedenle hatırlayamadım.
Ancak hiç unutamadığım başka bir şey de babaannemin bize bezden bebek yapmasıydı. Aslında evimizde babamın Amerika’dan gelirken getirdiği, o zamanlarda hiçbir çocukta olmayan bebeklerimizin yanında çok basit olmasına rağmen o bez bebeklerle oyun kurmaya bayılırdık.
Unutmadıklarım arasında akşam olunca yatakhaneye dönüşen o odadaki yatakların altlarındaki kuru yemiş ve çerez sepetleriydi. Sepetlerin içinde kurutulmuş erikten, kayısıya, leblebiden nohuta ne ararsanız bol bol bulunurdu. Ancak dedem, “Çocuklara biraz yemiş çıkar Huriye Hanım” dediğinde hepimize birer avuca sığacak kadar çıkarır, dedem, “Pintilik etme Huriye Hanım çocuklar bol bol yesinler” deyince de “Anaaa hepsi bir günde mi bitsin? Bunun yarını da var, öbür günü de var” diyerek dedeme içerlerdi. Haklıydı da yaşadıkları hayat boyunca savaşlar nedeniyle yokluk görmüşler. Her şeyi tasarruflu kullanmaya alışmışlardı.
Aslında bizler de kanaatkâr çocuklardık. O böyle söyleyince “Biraz daha alalım mı?” demezdik.
Gelelim biz tekrar yazımızın özüne…
Çocuk gözümle bana belki olduğundan daha büyük görünen o oda şu an içindeki eşyalarla birlikte düşündüğümde oldukça küçük bir odaymış gibi geliyor ama düşünüyorum da biz o odada bayram günlerinde ortaya alınan masada en az 10-12 kişi babaannemin o güzelim yemeklerini yerdik. Demek ki ortamın küçüklüğünden ziyade gönüllerin geniş olmasıymış mesele…
Şu an düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Şimdilerde o coşkulu bayram yemeklerini hatırlamak bile tebessüm ettiriyor insana. Aynılarını yaşamak imkansızlaşmışken…