Bayram mı Gelmiş?

Bayramın ne olduğunu hepimiz elbette çok iyi biliyoruz. Ancak pek çok şeyin anlamının unutulduğu ya da farklı anlamlar yüklendiği yaşadığımız şu günlerde anılarımızdaki eski bayramları hatırlamak belki hepimize iyi gelecektir…
Zira ben bayram yaklaşırken hiçbir coşku hissetmediğimi fark edince geriye dönüp çocukluğumdaki bayramların hayalini kurdum. Bu arada aklıma bazı sorular geldi. Cevaplarını da yine kendi kendime verdim.
“Bayram nedir?” diye sordum kendime.
“Bayram bir coşkudur, bir kutlamadır…” diye cevap verdim ve devam ettim;
“Kutlanan nedir?”
“Emek verilen bir şeyin sonunda elde edilen başarıdır…”
“Pekiyi Ramazan Bayramı’nda kutlanan nedir?”
“Dinimiz gereği insanların bir ay oruç tutarak nefislerini terbiye etmelerinin kutlanmasıdır.”
Sorular ve cevaplar böyle devam ederken düşünceler aldı götürdü beni eski günlere…
Şahsen ben hayatımda neredeyse elimin parmaklarını geçmeyecek kadar az oruç tutmuş olsam da annem, babam ve pek çok aile büyüğüm oruç tutarlardı. Aslında bayram onların bayramıydı. Ama bizim için de beklenen, özlenen, ailemizi bir araya getiren, evlerimizde eğlence, sevinç, neşe ve mutluluk yaratan bir olguydu…
İşte biz bu güzellikleri yaşamak için bayramı heyecanla bekleyen çocuklardık. Günümüzle karşılaştırdığımızda belki de şu an çocukların sahip oldukları eğlence araçlarının hiç birine sahip olmayışımızın da etkisinin olduğu aşikar. Belki de kısıtlı eğlence imkânları olan dönemde çocuk olduğumuz için bayram bizim için olağanüstü bir olaydı…
Neydi bu bayramların büyüsü acaba?
Biraz hafızamızı zorlayalım bakalım…
Bizim evde bayram yaklaşırken annemde bir telaş başlardı. Neden mi? Elbette ki bayramlarda çorabımızdan, iç çamaşırımıza, ayakkabımızdan elbisemize her şey yeni olmalıydı. Bayram geliyordu. Kutlanan gün geliyordu. Kolay mı?
Bu kapsamda ramazan bayramı ise daha ramazan başlar başlamaz oruçlu haliyle öncelikle Kemeraltı Çarşısı’nın yolunu tutar, üç kız çocuğu bir de kendisi için dikeceği elbiseler için kumaşçıdan çeşit çeşit kumaşlar, manifaturacıdan düğmeler, danteller, kemer tokaları, çeşit çeşit süslemeler alır, gelir Burda Model’den hepsi için ayrı ayrı patronlar çıkarır, hummalı bir şekilde dikiş dikmeye başlardı. Tabi çarşı işi bununla da bitmezdi. Daha ayakkabılar, çoraplar, çamaşırlar alınacağı için bir gününü de bu işe ayırırdı.
Bayram yaklaşırken kendisinin ve bizim kıyafetlerimiz hazır olduğunda ise çarşıya tekrar çıkılıp bu eksikler tamamlanırdı. Benim kırmızı rugandan yapılmış fiyonklu babet ayakkabı ile beyaz dantel külotlu çorap her zaman için tercihim olsa da çorabın arkasındaki dikiş çizgisinin kayması son derece sinirime dokunurdu.
Aslında ben ayakkabı konusunda çok şanslıydım. Zira annemlerin yakın dostları Reyhan Teyze ve Galip Amcaların Cihan Kundura adında Kemeraltı’da bir ayakkabı dükkânları vardı. Galip Amca çocuklar için yaptığı ayakkabıların ilk örneklerinden mutlaka benim için de bir tane yapar, bu bana bayram öncesi büyük sürpriz olurdu.
Annem bu hazırlıkları hiçbir zaman son güne bırakmaz, arife gününden birkaç gün evvel mutlaka tamamlardı. Zira arife günü bayramda gelecek misafirler için yemek ve tatlı hazırlığı olurdu. Bizim ailenin klasik bayram tatlısı kalbura basmaydı. Babaannem, halalarım, yengelerim ve annem istisnasız her Ramazan Bayramı’nda bu tatlıyı yaparlardı. Her biri bu tatlıyı en iyi yapanın kendisi olduğunu iddia etse de kimisinin ki biraz daha güzel olurdu elbette. Adeta aralarında en lezzetli kalbura basmayı yapma yarışı vardı.
Bir de çikolata ve likör temini işi vardı. Onu daha ziyade babam yapardı. Her ne kadar babam çikolatayı bol alsa da bayram günü annemin ağzına kadar doldurduğu kristal şekerliğin kapağını açıp da içinde neredeyse bir avuç çikolata kaldığını gördüğü anda, “Aaaa bizim evde çikolata fareleri var galiba,” derkenki ifadesini hatırladığımda şu an yüzümde oluşan tebessüm yerine o zaman az da olda “Kızacak mı acaba?” endişesi olurdu. Aslında annem kızıyormuş gibi yapsa da bizim bulamayacağımız bir başka yerde yedeği olduğu için bu durum o kadar da uzun sürmezdi.
Liköre gelince… O zamanlar likör bayramların vazgeçilmez ikramıydı. Birkaç değişik meyveden yapılmış likör önceden temin edilir, ayaklı gümüş likör takımlarıyla, yanında da çikolata ile ikram edilirdi.
Bayram öncesi yapılması gereken hazırlıklar bittiğinde annem çok yorulmuş olsa da akşama kalan banyo işinden önce oturabilmesi imkânsızdı. Hepimizin banyo işi bittikten sonra ince uzun şeritler halinde kesilmiş kumaş parçalarını hazırlarken biz de ona yardım ederdik. Banyo sonrası da üçümüzün saçlarını bu kumaş parçaları ile sarardı. Muhtemelen kendisi de arife günü sabah erkenden kuaföre gitmiş olurdu. Zira o gün kuaförler gece yarısına kadar çalışırdı. Hatta bayram sabahı bile çalışanlar vardı.
Saçlarımız da sarılınca artık bayram için hazır olurduk. Yatma vakti geldiğinde ise her birimizin bayramlıkları başucunda hazırlanmış bir şekilde yataklarımıza girer, bir sonraki günün heyecanı ile uykumuza dalardık.
Bayram sabahı…
Erkenden kalkılır, kahvaltı çabucak yapılır, saçlar açılır, kıyafetler giyilirdi. Herkes hazır olunca da en önde Leman Ablam olmak üzere arkasında Sema Ablam ve ben, annemle babamın önünde sıraya girer, ellerini öperdik. El öpmenin en heyecanlı yanı ise yine annemin önceden hazırlamış olduğu, çeşitli desenlerdeki, üçgen halinde ütülenmiş mendillerin arasına yanına bir çikolata ve badem şekeri ile birlikte koyulmuş bayram harçlıklarımızı almaktı. Bizim evde kıdem hayatın her aşaması için geçerli olduğu gibi bu olayda da uygulanırdı. Yani şunu demek istiyorum; O günün şartlarında en büyük ablama 10 TL veriliyor ise ortancaya 7,5 TL bana ise 5 TL verilirdi. Bunun gerekçesi ise daha büyük olanın ihtiyaçlarının bir küçüğünden daha fazla olacağıydı. (Babamın bir asker olmasının bunda etkisi var mıydı bilmiyorum.)
Harçlıklarımızı da aldıktan sonra evdeki bayram kutlama faslımız bitmiş olurdu. Gidilecek çok yerimiz olduğu için geç olmadan evden çıkardık. Bütün bayramlarda ise rotamız değişmez, önce bizim eve daha yakın olduğu için Halil Rıfat Paşa’da oturan anne dedemlere giderdik.
Bayram ritüellerinin en güzellerinden biriydi İsmet Dedemlerde yaşadıklarımız…
Zira bizim dışımızda üç dayım ve aileleri, dedem ve dedemin anneannemin vefatından sonra evlendiği eşi Adile Hanım Teyze, nine dediğimiz annemin halası ile evde neredeyse yirmi kişiye yakın olurduk. Kapıdan girer girmez daha ellerini bile öpmeden dedem, “Adile çocukların mendillerini getir,” diye seslenir, “Adile Hanım Teyze de, “İsmet Bey acelen ne? Getireceğim elbette,” dese de dedem, “Getir, getir çocuklar bir an önce sevinsinler,” deyince biz yine kuzenlerimle büyükten küçüğe sıraya girer, ellerini öper, aynı şekilde hazırlanmış mendil ve paralarımızı alır, birbirimiz ile karşılaştırırdık. Ama burada genelde paralar aynı olur, mendillerin deseni değişik olurdu. Bu nedenle bazen mendillerimizi daha beğendiğimiz diğerinin mendili ile değişirdik.
Bu iş bittikten sonra büyükler kahvelerini içer, Adile Hanım Teyze dolabın başına geçer, “Kapama etim var, tereyağlı pilavım var,” diye sayarken, “Tatlı olarak ne var?” diye soran biri mutlaka olurdu. Zira ailede tek farklı tatlı yapan oydu. Oklavadan sıyırma, Saraylı ya da Sarı Burma tatlıları meşhurdu ve bol cevizli yaptığı koca tepsi tatlı bayram boyunca gelenlere zor yeterdi.
Neşe ve coşku içinde yenilen bayram yemeğinin ardından tatlılar da yendikten sonra sıradaki ikinci kapımız olan babaannemlere gitmek için yola koyulurduk.
Babaannemler’in Basmahane’deki bahçeli evindeki bayram ritüeli ise ayrı bir coşku idi. Amcamlar ile halamların da aynı anda orada olduğu bayramlaşma mevsim bahar ya da yaz ise bahçede yapılırdı. Eğer öğlen yemeğini bir önceki durakta yemişsek burada artık yemek yemez, babaannemin o herkese öğrettiği, hatta bana göre içlerinde en güzeli olan kalbura bastı tatlısını bahçedeki fıskiyeli havuzun başına kurulan uzun, büyük masanın etrafına toplanarak neşe ve coşku ile yerdik. Buradaki el öpme, mendil ve harçlık toplama heyecanı da ayrı güzeldi…
Bütün akrabalarımız ile büyüklerin evinde bayramlaştığımız için günün ilerleyen saatlerine kadar babaannemlerde oturur, bayramın birinci gününü bitirirdik.
Akşam eve yorgun ve çok yemekten karnımız şişmiş bir şekilde döndüğümüzde artık ne bir lokma yemek yiyecek ne konuşacak, ne de hareket edecek halimiz kalmamış olur, erkenden yatardık.
Her ne kadar babaannemlerde bayramlaşmış olsak da ikinci gün amcam babamdan büyük olduğu için ilk olarak amcamlara giderdik. Şirinyer’deki envayi çeşit gül ağacı ile bezeli bahçeli küçük ev adeta koca bir cennetti. Yengem ile annem sohbet ederlerken, babam ile amcam iki el tavla atmayı da ihmal etmezler, biz de kuzenlerim Mehmet ve Necat ile bahçede oynardık. Amcam ile babamın tavla konusunda aralarındaki tatlı rekabet hepimizi neşelendirirdi.
İkinci günün ikinci durağı ise üçümüzün de büyük bir heyecan ile beklediğimiz çok önemli bir ziyaret idi…
Baki Paşalara bayram ziyareti …
Baki Paşa babamın komutanı, eşi Hayriye Hanım Teyze ise annemin uzaktan akrabası olmasına rağmen bizim için birinci derecede akraba statüsündeydiler. Zira annem ve babam Paşayı ve eşini çok sever ve hürmet ederler, hiçbir bayramı onları ziyaret etmeden geçirmezlerdi.
O zamanlar Karşıyaka Bostanlı’nın şu an Akbank Sokakları diye bilinen mevkiinde, birbirine paralel olan sokaklardaki bütün evler tek katlıydı. Zaten Karşıyaka da bu sokakların sonunda biterdi. En son ev ise ben hatırlamasam da Cemal Gürsel’in eviydi.
Baki Paşa ve Hayriye Hanım Teyze çok şık insanlardı. Misafirlerini büyük bir zarafet ile ağırlarlar, biz çocuklara ise büyük insanlar gibi değer verirlerdi. Bunu neden söyledim biliyor musunuz? Zira likör tepsisinde her zaman bize de ikram edilmek üzere likör olurdu. Annem, “Hayriye Abla onlar içmezler,” dese de bizim likör içeceğimiz için gözlerimiz parlar, Hayriye Hanım Teyze de, “Merak etme Fıtnat, bunlardaki alkol oranı çok az, kendim yaptım, daha ziyade meyve ağırlıklı, içebilirler,” deyince yanında yabancı çikolata ile ikram edilen meyve likörünü alıp, bir dikişte içerdik. Büyük insan yerine koyulmuş olmanın mutluluğuyla birbirimize bakar, göz kırpar, inşallah burada uzun otururuz diye dua ederdik.
Karşıyaka’ya gelmişken yine annemin ikinci kuşak kuzenleri Fethiye Hanım Teyzeleri de ziyaret etmek klasik bayram gezmelerimizdendi.
Mesafe uzak olduğu için bu iki ziyaret sonunda neredeyse akşam olur, yine yorgun argın eve dönerdik.
Üçüncü gün ise bizimkilerin misafir ağırlama günüydü. O gün evden hiç çıkmazlar, misafir beklerlerdi. Sabahın erken saatlerinde başlayan bayram ziyaretçileri gecenin bir yarısına kadar sürerdi. Misafirlere kahve, tatlı, likör ikram edilirken, yemek saatine denk gelmiş olanlar ile ise öğlen ya da akşam yemeği birlikte yenilirdi.
Elbette anneme yardım edebileceğimiz yaşa geldiğimizde biz de yardım ederdik ama biz küçükken annem bu günün sonunda yorgunluktan yatacak yeri zor bulurdu.
İşte böyle…
Şimdi de bu güne gelelim. Bu gün bir bayram arifesi ve bizim evde bu anlattığım telaşların hiç biri yok. Zira yarın ne gideceğimiz anne babamız var, ne de bayramı bu coşkuyla yaşayacak ruhumuz…
Ruhumuz yok çünkü artık hepimiz bu ritüellere eskisi kadar değer vermiyoruz. Telefon ya da mesaj ile bayram kutlayınca kendimizi görevimizi yapmış hissediyoruz.
Yok eskisi gibi bayram kutlamak istiyorum desen de bu bayramda da sokağa çıkma yasağı var. Kime gidebilirsin? Kim sana gelir? Zaten son bir yıldır en yakınlarımız ile bir araya gelip, sarılıp sohbet etmeye de hasret kalmışız…
Ben en iyisi yazıyı burada bitireyim de moralinizi bozmayayım. En iyisi sizler de bu yazıyı okuduktan sonra anlattığım bayramlara benzer hatırladıklarınız varsa onların keyfini sürmeye devam edin…
Ey Sevgili dostlarım, akrabalarım, arkadaşlarım galiba bu virüs bize eski bayramların tadını da aratır oldu. Çalışma hayatının içindeyken bayramlara “tatil” anlamı yüklememizin pişmanlığını da yaşattı.
Son söz…
Bu dönemde sağlıklı kalmak ise en büyük bayram…
Sağlıklı kalalım da bayram tadında buluşmalarımız hiç eksilmesin hayatlarımızdan…
İyi Bayramlar…