Bir Tutam Yeşilyurt

Bir subay ailesinin uzun yıllar aynı şehirde kalma olasılığının çok düşük olmasına rağmen, babamın evlenmeden önce mecburi görevlerinin pek çoğunu tamamlamış olması nedeniyle, iki yıl annem ve ablam ile dil eğitimi için gittikleri Amerika dışında, İstanbul’a tayinimizin çıktığı haberiyle eve geldiği güne kadar ailemiz hiç şehir değiştirmemişti.
O gün bir süreliğine İzmir’den ayrı kalacağımız haberi evimizde üzüntü yaratsa da, ilerleyen günlerde bu durumun yaşamımıza kattığı güzellikler, geçen eylül ayında yaptığım bir İstanbul yolculuğu sırasında belleğimdeki yerlerinden çıkarak “lütfen bunları yaz” diye baskı yapmaya başladılar.
Aile meclisi toplandı ve öğrenim yılının ikinci döneminde olduğumuz için tatile kadar babamın yalnız gitmesine karar verildi. İstanbul’a gidince oturacağımız yer ve okuyacağımız okullar ile ilgili keşif yapacak, biz de bir sonraki yıl okula İstanbul’da başlayacaktık. Böylece ilk defa babamdan uzunca bir dönem ayrı kaldık.
Okullar kapanır kapanmaz da, yaşamımın en güzel günlerinden bir bölümünü geçireceğim İstanbul’un Yeşilyurt semti ile tanıştırmak için bizi almaya geldi. İstanbul’da yaşadığımız iki yıl boyunda defalarca yapacağımız yolculukların ilkinde keşfettiğim bir şey nedeniyle şu anki yaşamımda keyifle yaptığım yolculukların, o gün için benim için ne kadar büyük bir kabusa dönüşeceğini tahmin bile edemezdim. “Beni yol tutuyordu.” Annem ve babam yol boyu defalarca mola verip, midemin bulantısını geçirecek çareler aradılar. Çanakkale’de dört saat feribot beklememiz de cabası oldu. O güne kadar çıktığım en uzun yolculuğun bu kadar sıkıntılı geçmesi, demek beni o kadar etkilememiş ki bu gün içimde hala bir gezgin ruh taşıyabiliyorum.
İstanbul’a vardığımızda gece yarısını geçiyordu. Hava Harp Okulu’nun bahçesindeki misafirhanede yerimiz ayrılmıştı. Bir aya yakın kaldığımız misafirhane evimiz gibi olmuştu. Fazla kalabalık olmadığı için ablalarımla koridorlarda saklambaç oynuyor, yemyeşil, geniş bahçesinde özgürce koşturuyorduk. Misafirhanenin önündeki plaj da ayrı bir keyifti. Sabah kahvaltımızın ardından denize giriyor. Öğlen yemeğinden sonra odamızda kağıt bebeklerimiz ile oynuyorduk. Akşam üstü babam geldiğinde ise bize yaşayacağımız yerleri tanıtmak için gezdirmeye çıkarıyor, bu arada bir yandan da ev bakıyorlardı.
Çiçek isimleri verilmiş yemyeşil sokakları, bahçelerindeki envayi çeşit çiçek ve meyve ağaçları ile beş katı geçmeyen apartmanları, aralarda kalmış eski köşkleri, faytonları, çarşısı ile Yeşilyurt bambaşka bir dünya, daha çok bir sayfiye yeri idi.
İzmir’e dönüş günümüz geldiğinde hala ev bulunamamış, annem ve babamın moralleri iyice bozulmuştu. Ev kiraları İzmir’deki evimizin iki katı idi. Ağustos ayı sonlarında taşınma konusu bir daha gözden geçirilmek üzere İzmir’e geri dönüldü. Ancak babam bir süre İstanbul’da bulunmanın yaşamımıza katacağı güzellikleri o günden görmüş olmalıydı ki, her ne olursa olsun İstanbul’a bizimle birlikte taşınmaya kararlıydı.
Eylül ayı başlarında eşyalar toplanmış, İzmir’deki ev kiraya verilmiş bir şekilde İstanbul’a geri dönüp, tekrar misafirhaneye yerleştik. Bu arada okulların açılmasına da çok az kaldığı için kayıtlarımız yapıldı. Sema ile ben Yeşilköy İlkokulu’na, Leman ablam ise Yeşilköy Ortaokuluna yazdırıldı. Okullar açılınca annem ve babam sabah bizi okula bırakır bırakmaz, ev aramaya gidiyorlardı. Bir hafta sonra okuldan dönüşümüzde annem müjdeyi verdi. Evimiz bulunmuştu.
Yeşilyurt sahil yoluna paralel Ürgüplü Caddesi’ndeki dört katlı apartmanın ikinci katındaki Artin amcanın her odası farklı renk boyanmış, oldukça harab evine bakıp, “biz bu evi toparlayamayız” diyerek, kapıdan çıkarken, “lütfen bu evi tutun, biz de yardım ederiz, sizi çok sevdik.” diye arkasından seslenen, karşı dairede oturan Sevgili Aygül teyzemin ısrarlarına dayanamayarak tutulan, alt katında kendisine “Müdür Bey Amca” diye hitap ettiğimiz, ablamın okul müdürü Enver amca, tarih öğretmeni Feride hanım teyze ile oğulları Hikmet ve Fatih abiler, üst katımızda oğulları Sema, kızları Leman ile yaşıt olan Metanet teyzeler, onların karşısında ise Zehra hanım ile Neşet beyler, en üst katta ise iki daireyi birleştirerek, kendisine “Kaptan Köşkü” gibi bir daire yapan Kaptan amcanın oturduğu, arka bahçesi meyve ağaçları ve ortanca çiçekleri ile bezeli Rüyam apartmanındaki evimiz…
Gerçekten de evin boyanıp toparlanması, komşuların da yardımı ile, İzmir’den eşyalarımızın gelip eve yerleşmemiz bir hafta içinde oluverdi.
Bu arada Yeşilyurt’a yerleştiğimiz için evimize daha yakın, ilk defa o yıl öğrenime açılan, Hamdullah Suphi Tanrıöver İlkokulu’na naklimiz yapıldı. İzmir’de siyah önlük giyerken, sarı gömlekli, lacivert formalarımız ile o kadar şık olmuştuk ki…
Okuldaki ilk arkadaşım, yan apartmanımızda oturan Arzu ile ilk tanıştığımızda bu günlere kadar devam edecek bir dostluğumuz olacağını tahmin bile edemezdim. Balkondan balkona sohbet etmenin yanında, okuldan sonraki tüm zamanlarımızı birlikte geçirmeye, ailelerimizin de dostluk kurması ile gece gündüz bir arada olmaya başlamıştık. Birbirimizi çok sevmemize karşın, “neyi paylaşamıyor isek?”, her gün kavga edecek bir şeyler bulup, küsüyorduk. Ama bu küslük oldukça kısa sürüyor, birimizden biri dayanamayıp, barışma teklifi yapıyor, diğeri de dünden razı olduğu için çabucak barışıyorduk.
Evimize çok yakın olan okulumuza Arzu ile elele tutuşarak giderken bütün mahallenin çocukları da bize eşlik ediyordu. Kardeşi Yeşim o yıl henüz okula başlamamıştı. Kar yağdığı zaman çantalarımızı kaydırarak okula gitmek ise en zevk aldığımız oyunlardan biriydi. Neredeyse kendimizden daha ağır olan çantamızı taşıma külfetinden kurtulmuş oluyor, hem de eğleniyorduk. İki adım başı kar topu savaşı yapmayı da ihmal etmiyorduk.
O zamanlar Yeşilyurt’ta paten kaymak çok moda idi. Babacığım Almanya’dan bize bir paten getirtmiş, bir de bisiklet almıştı. Üç kardeşin en küçüğü olduğumdan, ancak onların kullanmadıkları zamanları beklemek zorunda kalıyordum. Sonradan bir paten daha alınınca sorun çözülmüş oldu.
Yaz gecelerinin neredeyse hemen hemen tamamında konu komşu, çoluk çocuk, büyük bir neşe içinde Röne Park yolundan Reks sinemasına gider, alışıldığı üzere gazoz, çiğdem ve sandalye minderlerimizi alarak, yerimize oturup, filmin başlamasını beklerdik.
O zamanlar Yeşilyurt pek çok Türk filminin çekildiği bir film platosu idi. Seyrettiğimiz bazı filmlerin çekimlerine bile tanık olmuştuk. Film çekildiği haberini alıp, koşa koşa seyretmeye gittiğimiz Muammer Karaca’nın pek çok Türk filminde kullanılan evi bizim için komşu kapısıydı. Kış aylarında ise bütün mahalle toplanıp, Divan sinemasındaki gündüz seanslarına faytonla giderdik. Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan’ın, “Love Story” filminin uyarlaması olan “Ceylan’ların Pınarı” filminden çıktıktan sonra ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerimi kimseye göstermemeye çalışırken, herkesin ağladığını farkettiğim andaki rahatlamamı unutamam…
Hava Harp Okulu’nun sinemasından söz etmeden de geçemeyeceğim. Babam cuma akşamları dönemin en son filmlerini oynatan sinema için komşularımıza da kart çıkartınca, çoluk, çocuk toplanıp, yürüyerek gittiğimiz filmlerin de tadına doyum olmuyordu. Hala hatırladığım ve oldukça etkilendiğim filmlerden biri ise “Son Kar”.
Annelerimizin Yeşilyurt’taki kabul günleri de o zaman İzmir’de yapılan günlerden biraz farklıydı. Kabul gününün ev sahibi günler öncesinden hazırlıklara başlayıp, “Zekeriya Sofrası” ayarında bir sofra hazırlıyor, gün içinde gelen misafirler yiyip, içiyor, hatta akşam da evin erkeklerine ikramlıklardan gönderiliyordu. Bu arada sokakta oynayan biz çocuklar da ikram saatini kolluyor, tam ev sahibinin işinin azaldığı zamanda bir sürpriz yaparak güne dahil oluyorduk. Yorgunluktan perişan olmuş ev sahibi arka odada çocuklara ikramlık hazırlamaktan çok hoşlanmasa da “kabul günü ritüelinin” bir parçası olan bu bölümdeki görevini de sevgiyle yapıyordu.
Biz, yaz tatillerinin büyük bir bölümünü İzmir’de geçirsek te tatilin Yeşilyurt’ta kaldığımız bölümü de ayrı güzel geçerdi. Her gün Çınar otelin önündeki futbol sahasında yapılan geleneksel futbol turnuvası maçları, büyük, küçük çok kalabalık bir topluluğun keyifle izlediği maçlardı. Takımlardan birinin adı ise hala aklımda. “Kılçık Spor”.
Faytonlar… Tren istasyonunun önünde bekleyen, trenden inenleri evlerine taşıyan, kadınları pazara götüren, patenli çocukların arkasına takıldığı,faytoncunun kırbacını sallayarak çocukları uzaklaştırdığı, Yeşilyurt ve Yeşilköy sokaklarının tek taşıtı. Güzel atları, süslü arabaları ile adeta Yeşilyurt’un maskotu.
Anılarımda kalan başka bir şey ise Migros’un seyyar bakkaliye kamyonu. Migros mağazalarının henüz açılmadığı o dönemde çarşının sahil yoluna doğru bitimindeki köşede duran kamyon herkesin tek alışveriş merkezi.
İki yıl kaldığımız bu rengarenk semtteki yaşamımız ile ilgili anlatacak daha pek çok anı varken, belleğime bir anda geliverenleri anlatmaya çalıştım. Kısa bir zaman diliminde bulunduğumuz mahallemizdeki komşularımız ile dostluklarımızın şu anda kadar devam ediyor olması onlarla paylaşımlarımızın ne kadar çok ve anlamlı olduğunun göstergesi olsa gerek…
Günümüzde de bu şekildeki insan ilişkilerinin tekrar canlanmasını dilerken, o güzel yıllarda, bu tür güzellikleri yaşamamızı sağlayan sevgili anne ve babama çok teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum…
Yazım onlara armağan olsun…