Müştiyan’dan Şirince’ye bir mübadele hikayesi

Kavala’nın Müştiyan Köyü’nden anne babası, beş kardeşi, büyükanne ve dedeleri ile ayrılmak zorunda kaldıklarında Elif henüz 10 yaşındaymış. Civar köylerin halkları ile bir sandık eşya ile arabadan indikleri yerden limana doğru yürürlerken, ayağı kaldırıma takılıp, düşünce, oyuncaklarını ancak sığdırabildiği için iple bağladığı küçücük bavulunun ipi kopuvermiş. Oyuncakları yere dağılınca, Elif ağlamaya başlamış. Gemiye bir an önce binmek zorunda olduklarından annesi kolundan çekiştirip duruyormuş. Tam o sırada aynı yaşlarda, sarı saçları kendisi gibi iki örgü yapılmış bir kız çocuğu sokakta oynuyormuş. Kız koşarak evlerine girmiş ve elinde bir çanta ile geri dönmüş. Elif’in eline çantayı tutuşturuvermiş. Hareket ve mimiklerle “Bu çantayı al, ben seninkileri toplarım” diyormuş sanki. Üç beş adım ilerledikten sonra Elif annesinin elinden kurtularak, kıza doğru koşmuş. Yanına gelince birbirlerine sımsıkı sarılmışlar. Elif boynundaki nazar boncuğu kolyesini, kız da içinde fotoğrafı olan kolyesini Elif’e vermiş. Her ikisinin de gözleri arkalarındaymış ayrılırken…

Gemiden İzmir’de indirilmişler. Kemer’de bir misafirhaneye yerleştirildiklerinde Elif’in ilk işi çantayı açmak olmuş. İçinde bezden yapılmış bir bebek, küçük mutfak eşyaları, bir saç fırçası, saç tokaları ve kırmızı küçük bir kesenin içinden de deniz kabukları çıkmış. Suyun karşı kıyısında kalan çantasındakileri de merak etmekten kendini alamıyormuş.

Kemer’de ellerine gidebilecekleri yerler (Çirkince (Şirince), Kuşadası, Ödemiş, Söke, Denizli, Tire) olan bir liste verilmiş. Her köyün ileri gelen kişileri bir araya gelip, keşif için ekipler hazırlamışlar. Gidenler geri döndüğünde Çirkince’yi o kadar methetmişler ki; bilmedikleri bu yere yerleşmek için yola çıkmışlar. Kişi başına yirmi ağaç zeytin, yirmi ağaç incir, iki-üç dönüm tarla…

Köyde kendileri ile gerek aynı zamanda gerekse daha önceden gelen Arnavut ve Giritliler de varmış. Evet zeytin, incir gibi ağaçlar verilmiş ama gelenler inciri, zeytini bilmediği için geçim sıkıntısı yaşamaya başlamışlar. Bu durum beraberinde başka bir göçü daha getirmiş. Önceleri dört-beş bin nüfusu olan köy zamanla iki yüz haneye düşmüş. Sadece Müştiyan’dan gelen köylüler kalmış. Geri kalanların bir kısmı Selçuk’a, bazıları ise Söke, Denizli gibi yerlere gitmişler.

Elif’in ailesi burada kalmaya karar vererek, kendilerine verilen tarlalara tütün ekmeye başlamışlar. Zaman içinde zeytinciliği de öğrenmişler. İncir, üzüm, pamuk derken kendilerine verilen tarlaları son derece verimli kullanmaya başlamışlar.

Elif, bir yandan yeni geldikleri köye ve evlerine alışmaya çalışırken, Müştiyan’ı çok özlüyor, bir yandan da yolda kendisine çantasını veren kızı merak ediyormuş. Burada kendi köyünden birlikte geldikleri çocuklar ile arkadaşlık ederken, bazen de civar köylerden gelenlerin çocukları ile de oynuyorlarmış.

Günlerden bir gün annesi ile köyün yukarı mahallesindeki bir tanıdıklarının evlerine misafirliğe gitmişler. Anneleri içeride sohbet ederken, Elif’de dağın yamacına kurulu bembeyaz boyalı evin bahçesinde arkadaşları ile oynuyormuş. Gözü bahçenin bir köşesinde duran, üzerine çiçek çizilmiş olan bir sandığa ilişmiş. Merakla yanına gitmiş. Arkadaşı “Geçtiğimiz yıl kaçıp, giden Rum ailenin eşyaları onlar. Annem evdeki bütün eşyalarını toplayıp, bu sandığa koydu. “Belki bir gün dönerler” diye muhafaza ediyor. İçindeki daha küçük bir kutuda bizim yaşlarımızda bir kızın da resmi var. Bir de küçük oğlan kardeşi varmış galiba. Kim bilir şimdi neredeler? Belki de bizim mahallemizdedirler” derken Elif onu duymuyormuş artık. Çünkü ani bir karar ile sandığı açmış, resimlere bakıyormuş. Birden çığlık atmaya başlayınca, arkadaşı Ayşe çok korkmuş. Elif sevinç çığlıkları atıyor, “Buldum, buldum” diye bağırıyormuş. “Bana çantasını veren kız, sizin evde oturuyormuş. Çok şükür ondan bir iz buldum. Yoksa hayal olduğunu düşünecektim.” diye cevap vermiş. Annesinin yanına giderek, bir çırpıda bulduklarını göstermiş ve evin sahibine, “Fatma Teyze’ciğim onlardan başka kalan bir şey var mı? Acaba hangi odada yatıyordu? Bana gösterir misiniz?” deyince ev sahibi, “Gel seni çocuk odasına götüreyim, biz orayı kullanmaya kıyamadık. Sanırım burada oldukça kalabalık bir aile yaşıyormuş. İstediğiniz zaman gelip, orada oynayabilirsiniz.” deyince peşine takılıp, odanın kapısına gelmişler. Kapıda Eleni ve Vasili yazılıymış. Mavi renge boyalı kapının üzerine bir buket kır çiçeği resmi çiziliymiş. Ayşe ile Elif içeri girmişler. Odada mavi boyalı iki küçük yatak, bir gardrop, aynı renk bir çalışma masası ve kitaplık. Köşede ise yine içinde oyuncaklar olan başka bir sandık. “Böyle bir oda ancak masallarda olur sanıyordum” diyen Ayşe’ye “Hadi burası bizim masal evimiz olsun. Burada oynayacağımız oyunlarda Eleni’de bizimle oynasın. Onun da burada olduğunu hayal edelim” derken annesinin sesiyle irkilen Elif, koşarak odadan çıkmış. Evlerine döndüğünde çok mutlu imiş…

O günden sona her gün Ayşe’lere gidip, hayallerindeki Eleni ile oynuyorlarmış.

Köyün girişindeki Taş Mektep’e giderlerken de hep aklında Eleni varmış. Köyün her bir yanında ondan izler arayarak geçen çocukluk yılları sonunda genç bir kız olmuş. Yıllar yılları kovalamış. Elif evlenmiş, dört çocuğu olmuş. Günleri zeytin, incir, üzüm, pamuk ile geçiyormuş. Köyde Elif’in yetiştirdiği üzümleri kimse yetiştiremiyor, onun üzümlerinden yapılan şarapların tadına doyum olmuyormuş. Şaraplarına talep çok olunca şişelere koyarak satmaya başlamışlar. Şaraba bir de isim koyulması gerekiyormuş. Elif hiç düşünmeden “Eleni” koymuş şarabın adını. Etiketinde de Eleni’nin örgülü sarı saçları gibi Şirince’nin sarı üzüm salkımı resmedilmiş.

Kavala’yı hiç unutmamışlar, hele hele Müştiyan’ı…

Zaman içinde kardeş köy olmuşlar. Gün gelmiş iki köy birbirini ziyarete gidip gelmeye başlamış. Elif’te gitmek istiyormuş ama zeytin bitince incir, incir bitince pamuk, tütün derken bir türlü kısmet olmuyormuş. Gelenleri davul zurna ile karşılıyorlar, yerel oyunlarını hep birlikte oynuyorlarmış. Elif her gelene boynundaki kolyeyi göstererek, Eleni’yi tanıyıp tanımadıklarını soruyormuş. Ama kimse Eleni’yi bilememiş.

Yine bir tütün zamanı ovadaki topraklarına gittiklerinde, dönüş yolunda istasyonun yanındaki kır kahvesinde soluklanırken, etraftakilere bir şeyler soran bir adam dikkatini çekmiş. Elinde de küçük bir çocuk çantası varmış adamın. Koşarak yanına gidip, kimi aradığını soracak olmuş. Adam ile göz göze gelince bir de bakmış ki; Eleni’nin gözleri, hatta evde gördüğü fotoğraflardaki erkek çocuğun gözleri. Adam da şaşkınmış. Bu çantanın sahibini arıyorum diyormuş adam. Elif, “O çanta benim” deyivermiş. Eleni’yi sormaya çekiniyormuş. Kötü bir haber almaktan korkuyormuş zira. Korkmakta da haklıymış aslında.

Eleni’nin kardeşi Vasili anlatmaya başlamış. “Eleni” derken hıçkırıklara boğulmuş. Elif onu alıp, çay bahçesine getirmiş. Vasili anlatmaya devam etmiş. “Eleni ateşli bir hastalığa yakalandı. Günlerce ateşini düşüremediler. Annem ve babam çok çabaladı. Ortalık toz dumandı. Onun gibi pek çok kişi de hastalanmıştı giderken. Kaldığımız yerlerin şartları çok kötüydü. Bir yıl derme çatma çadırlarda kaldık. Sanırım seninle karşılaştığında da hastaydı…

Zorunlu olarak Yunanistan’a gönderilmemiz bizde büyük travmalar yarattı. Hâlâ o travmalar ikinci ve üçüncü kuşaklarda maalesef devam ediyor. Yeniden yaşam kurmak çok zor oldu. Her şeyimizi geride bırakmıştık, bilmediğimiz bir memlekette idik. Zaman zaman dışlanmalara maruz kaldık. Annem babam Eleni’yi kurtarabilmek için kapı kapı dolaştılar. İlac bulamadılar. Oysa ki kurtuluşu tek bir ilaca bağlı imiş. Ölmeden birkaç gün önce bana bu çantayı verdi. “Bunu iyi koru ve günü geldiğinde sahibine iade et” dedi. Bir de bu nazar boncuğu kolyeyi verdi. Bu da sizinmiş” derken Elif artık duymuyordu. Gözlerinden sicim gibi akan yaşlar sağanak yağmurlara dönüşmüştü. Sanki kanadı kırılmıştı. Yıllarca hayalinde yaşattığı ikiz kardeşi ölmüştü. Omuzları çöktü. Ne yapacağını bilemiyordu. Çantayı aldı. Hala aynı ip ile bağlıydı. İçini açtı ve bir not buldu. Mektup “Kardeşim” diye başlıyordu. Gerisini okumaya cesaret edemiyordu. Katladı. Eve dönünce Ayşe’lerin bahçesine gidip, yalnız başına okuyacaktı. Vasili’ye sarıldı, Eleni’nin kokusunu hissetti. “Hadi köyümüze gidelim” diye koluna girdi ve yürümeye başladılar…